Dergi Bursa Haz-Tem 2013 - page 58

56
kahvesi, Arabica adı verilen kahve
çekirdeklerinin kömür ateşinde yavaş
yavaş pişirilmesiyle hazırlanıyor. Ağır
yemeklerin yorduğu mideler, zorlu
yaşam şartlarının yüklendiği bünyeler
Türk kahvesi ile dinleniyor. Hem
tadına hem adına yaraşacak şekilde
pişirildiği gibi ağır ağır içilebilsin,
daha geç soğuyup keyfi katlansın
diye, kendine has ince fincanlarda
servis ediliyor. Ehl-i keyiflere göre,
kahvenin ilk yudumunu höpürdeterek
içmek ve ardından bir “oh” çekmek
ise usulden. Osmanlı kahvehane
kültüründen gelen bu sohbet daveti,
günümüzde şekil değiştirse de, iki çift
laf etmenin, koyu sohbetlere dalmanın
akla ilk gelen bahanesi; Türk kahvesi.
Türk kahvesinin bahanesi olarak da
kahvaltı yani eski adıyla “kahve-altı”
kabul ediliyor. “Aç karnına kahve
içilmez” inancını destekleyen atasözü
ise durumu özetliyor: “Kahve içmeden
önce atıştıracak bir şeyin yoksa
kaftanından bir düğme kopar da onu
ye.”
Binlerce öpücükten daha tatlı, üzüm
şarabından daha yumuşak…
Yüz yıllardır keçilerin keşfi olarak
kabul edilmişliği var kahvenin.
Zamanı, mekânı, isimleri değişse de
genel olarak anlatılan hikâyesinin
özü şöyle: “Genç bir çoban, sıcak
havada uyuşukluk içinde otlayan
keçilerinin, bir ağacın meyvelerinden
yedikten sonra hareketlenmeye
başladıklarını hatta neredeyse dans
ettiklerini fark etmiş. Bu mucizeye
inanamamış ve meyvelerden kendi
de denemiş. Bir süre sonra enerjisi
artmış, kalp atışları hızlanmış.”
Hakkında anlatılan efsanelere göre;
önceleri çiğnenerek, kırılarak, daha
sonra yağ ile karıştırılarak denenen
kahvenin suyla tanışması tamamen
tesadüf. Günümüze kadar şekilden
şekle girerek kullanılan “kahve” adı,
dervişlerin sabah namazına kalktıkları
zaman uykularını açmak için içtikleri bu
sıvıya kullanım amacına uygun olarak
“uyandıran, dinçleştiren” anlamında
“kahveh” demelerinden gelir. 16.
yüzyıla kadar şarap yapımında bile
kullanılan kahvenin Habeşistan’dan
Yemen’e gelişi de bu yüzyılda oldu.
Kanuni Sultan Süleyman döneminin
Yemen Valisi Özdemir Paşa
Yemen’de içtiği bu tada hayran
olup onu İstanbul’a gönderince
Osmanlı macerası başladı
kahvenin. Önceleri sadece
üst düzey yöneticiler
ile saray mensupları arasında tüketilen
bu gizemli içecek kısa süre içinde
halk tarafından da sevildi. “Kara altın”
ya da “Müslüman şarabı” ismiyle
tanınan kahve özel bir yöntem ile
pişirilerek “Türk kahvesi” adını aldı.
Osmanlı saraylarına “kahveci başı”
rütbesinin eklenmesine neden olan
kahve, bir dönem “cezve kahvesi”
olarak da bilinirdi. Satın alınan çiğ
kahve çekirdekleri tavalarda kavrulur,
el değirmenlerinde çekilip dibeklerde
dövülür, kömür ateşi üzerine konan
cezvelerde pişirilirdi. Komşulara,
misafirlere kulpsuz özel fincanlarda
ikram edilirdi ve insanların sosyal
yaşamının merkezindeydi. Şu anda
kullanıldığı amacından çok daha farklı
olarak gerçek adı ile “kıraathane”
gerçek anlamı ile okuma evlerinin
ilki İstanbul Tahtakale’de açıldı. Şiir
ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı,
kitapların okunduğu, “memleket”
meselelerinin konuşulduğu, oyunların
oynandığı kahvehaneler Türk
kahvesinin sosyal yaşama etkisinin
kanıtıydı.
Kahvenin birçok derde deva, hastalara
şifa olduğu söylentileri yayıldıkça
kahveye olan ilgi daha da arttı.
Dönemin şeyhülislamı bağımlılık
yarattığını düşündüğü bu içeceğin
kavrulup tüketilmesi nedeniyle haram
olduğunu öne sürerek yasaklanmasına
sebep oldu. O güne kadar açılan tüm
detay
Esat Uluumay Koleksiyonu
1...,48,49,50,51,52,53,54,55,56,57 59,60,61,62,63,64,65,66,67,68,...156
Powered by FlippingBook