106
kitabi
Emine Civanoğlu
“Cellatlar, hazineler ve şehrin altındaki,
en çok da tam evlerinin bulunduğu
semtin altındaki korkunç dehlizler...
Çekyatın altındaki nefesin yerini alan,
yeraltındaki dehlizler... Hem de şu tek
göz odanın sırtını dayadığı duvarın
hemen altından geçen dehlizler...
Hüsran bunları düşünürken birden
o korkunç olasılığı fark etti. Geceleri
duyduğu nefes sesi belki de çekyatın
altından değil, yerin altından, o
derin, o uçsuz bucaksız yılan kıvrımlı
dehlizlerden geliyordu. Belki de tam
Hüsran'ın yattığı yerin altından, bir
zamanlar içinden altınlar ve oluk oluk
kanlar akan kapkaranlık bir dehliz
geçiyordu.”
Küçükken uykudan önce ya da sabahın
ılık koynunda kimlerden dinlediniz
masalları? Masalın kendi kadar masalı
anlatanın hayal ustalığı da önemli.
Sesi dağların tepelerindeki uğultulara,
çakalların bağırışlarına karışan, tedirgin
adımlarımızın hevesli âşıklar gibi gözü
kara cesareti ile bizi gözlerindeki
esrarlı kuyuya doğru çeken bir masal
anlatıcınız oldu mu? Bin yaşında gibi
görünen ama anlatırken kanı deli bir
ergenin iştahıyla masal kahramanlarını
ete kemiğe büründüren bir delisi var
mıydı mahallenizin? O büyülü masalları
anlatan nesiller yok artık sanıyorsunuz
değil mi? Onlar masallardaki o sekiz
kanatlı kartalların sırtında başka
dünyalara, başka zamanlara gittiler
sanıyorsunuz. O masallar bir daha
anlatılmayacak sanıyorsunuz. Doğru,
gittiler hem de çoktan ama bence birisi
geri geldi. Mine Söğüt’ü bence onlar
gönderdiler; bize o büyülü masalları
anlatmaya devam etsin, hayatın efsunlu
yanlarına yüzümüzü sürecek cesareti
bize usul usul versin diye onu geri
gönderdiler. Onu geri gönderdiler ki biz
geceleri yatakların altında türlü oyunlar
çeviren oynaşıklardan, önünden geçip
gittiğimiz ve içinde normal hayatlar
yaşanıyor sandığımız apartmanların
cinlere bile akıl oynattıran gizlerinden,
üç harflilerin bize beş harfli kılığında
gözlerini diken yüzlerinden, karanlığın
yazılarından haberdar olalım.
Kırmızı Zaman’ı okurken kendini
zamanın olmadığı bir yerde gibi
hissedecek ve kitabı elinden her
bırakışında bedeninin mevcut zamanına
dönmekte biraz zorlanacak oluşun
bundan. Zaman’ın peşinden sen de
o dehlizlerden geçecek, bir Çingene
delikanlının ateşli kanını senin kendi
damarlarında dolaşıyor zannedecek
olman da bundan.
Mine Söğüt diyor ki; "Bu romandaki
İstanbul, efsaneler, insanlar, balıklar,
kayıklar, iskeleler, saraylar, dehlizler,
kesik başlar, mezarlar, hastaneler,
morglar, denizkızları, cinayetler,
katiller, cellatlar, deliler yani her şey
uydurmadır. Yok eğer 'Bunların hepsi
gerçek, Haliç'te kırmızı bir kayık durur
ve içinde Zaman Dayı yaşar, eski
mezarlarda kesik cellat kafaları yatar,
küçük kızlar mezar taşlarına dünyanın
en güzel şiirlerini yazarlar, genç bir
adam paramparça bir baba arar, her
şeyi gören bir kambur hep susar ve
İstanbul'un altında sır dolu dehlizler var
diyen birisi çıkar da beni yalanlarsa, ne
mutlu bana."
“Oğlu Zobi'ye gelince... O yakışıklı
bir Çingene delikanlısı olarak komşu
gavur mahallelerin yanına yaklaşılması
imkansız, porselen tenli güzellerinden
birine dokunabilme ve dokunmakla
da kalmayıp onu gebe bırakmış olma
onurunu bir kaç yıl göğsünü gere gere
Lonca'da taşıdı. Zengin ama çirkin
Yahudi oğlanların, güzeller güzeli
Çingene kızları kirlettiği çok görülmüştü
ama beş parasız bir Kıpti’nin, zengin
evin prenses kızının koynuna girdiği
pek görülmüş şey değildi.”
Duvarlara dokunup acaba gizli bir kapı
var mıdır diye yoklamak, çocukluğa
ve deliliğe mi yakışır sadece. Ya
varsa? Ya her an sırtımızı yasladığımız
o duvar, küçük dilimizi yutturacak
kadar garip bir yere açılan o bin
yıllık kapıysa. Arada sırada bir umut
duvarları yoklayanlarla, onların sadece
Zaman, nerede
ne renge döner
belli mi olur
1...,98,99,100,101,102,103,104,105,106,107 109,110,111,112,113,114,115,116,117,118,...156