Ihlamurlar altında “Ich bin ein Berliner”* – Berlin 2. Bölüm

*Ben bir Berlinliyim” JFK, 1963, Berlin

Bir önceki sayımızda yaz gezginlerini sahilde kavrulup miskinlik yapmak ya da yapış yapış rutubetli yerlerde nefessiz kalmak yerine ideal hava sıcaklığı ve yüksek cazibesi ile Berlin’e davet etmiş, ancak yazacaklarımızı sayfalara sığdıramamış ve lafın sonunu getirememiştik. Madem “yansıma” peşindeyiz, bu yazı da bizim bir öncekinden yansımamız olsun diyerek konuyu ana temaya da bağlayalım.

Berlin 2 - Özgür Çakır
Berlin 2 – Özgür Çakır

Sizleri ismi gibi kendisi de romantik tarihi caddede, Unter den Linden’de “Ihlamurlar Altında” bıraktığımı hatırlıyorum. Einstein Cafe’nin tarihi atmosferinde sabah kahvenizi içtiyseniz tekrar yollara koyulmanın vaktidir. Sırtımızı Branderburg Kapısı’na verip doğuya, eski Doğu Berlin’in içlerine, Mitte Bölgesi’ne doğru ilerleyeceğiz. 

Berlin Katedrali ve Müzeler Adası 

Caddenin bittiği yerde karşınızda görkemli bir katedral göreceksiniz: Berliner Dom. Büyüklüğü ile katedral olarak isimlendirilen bu Protestan Kilisesi aslında içinde hiçbir zaman bir piskopos yaşamadığı için gerçek anlamda bir katedral değilmiş. Sanırım bizim için fark etmez. İlk olarak 16.yy’da küçük bir yapı olarak başlayan serüveninde 1700’lerde yıkılıp Barok tarzda yeniden inşa edilen, sonra bazı kralların beğenmeyip bir kısmını yıktırıp yeniden Neo-Klasik tarzda tasarlattığı, 2. Dünya Savaşı’nda bu defa bombardımanlardan payını alarak yeniden yıkılan, son olarak 1981 yılında kubbeleri sadeleştirilerek son halini alan yapı gerçekten büyük ve etkileyici. Dışarıdan bakıp geçmeyelim. İstanbul’da Ayasofya’ya dışardan bakıp geçen bir turist neyse o olmak istemezsiniz değil mi? İçine de mutlaka girmeli, hatta üşenmeyip 270 basamağı tırmanmalısınız. Çünkü en tepeye çıkmayı başardığınızda, 114 m yüksekliğindeki kubbede oldukça güzel bir Berlin manzarası ayaklarınızın altında olacak. Berlin’in silueti çok güzel olduğundan değil ama, bir şehre gitmişken illa ki panoramik manzara peşinde olduğumuzdan bunu da “yapılacaklar listesi”ne ekleyelim. Şehirlere tepeden bakmak, katedrallerin tepesine yerleştirilen heykelleri yakından da incelemek iyidir. 

Gelelim Müzeler Adası’na yani Museumsinsel’e, bir diğer deyişle Spree Nehri’nin üzerinde bulunan adanın kuzeyinde 1 kilometrekarelik alana sahip, 1999’dan bu yana UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan müzeler kompleksine. Hangi müzeler mi? 1830 tarihli Altes Museum yani Eski Müze; görece yeni ilk yapım tarihi 1859 olan, ancak 2.Dünya Savaşı’nda ağır tahribat gören ve 2009’da yeniden inşa edilen Neues Museum yani Yeni Müze; 19.yy eserlerine ev sahipliği yapan 1876 tarihli Alte Nationalgalerie yani Eski Ulusal Galeri; adanın kuzey ucundaki heykel koleksiyonları, geç dönem antik ve Bizans sanat eserlerinin sergilendiği 1904 tarihli Bode Müzesi ve tabi dünyaca meşhur, ayrı büyük bir paragraf açmayı fazlasıyla hak eden 1930 tarihli Pergamonmuseum yani Bergama Müzesi’yle Museumsinsel sanatsever müze tutkunlarının şuurlarını bulandıracak, beyinlerini tokatlayacak türden zengin bir kompleks.

Berlin’deki Bergama 

Dünyanın en meşhur ve en çok ziyaret edilen müzelerinden birinin isminin Bergama olması kulağa tuhaf gelen bir tesadüften ötesi elbette. Kendisi barındırdığı ören yerleriyle ancak 2014 tarihinde UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmeyi başaran İzmir’in kuzeyindeki şirin ilçesi Bergama’nın antik Pergamon Krallığı’na başkentlik yaptığı yıllara ait en büyük buluntu ve eser olan Zeus Sunağı maalesef Anadolu yerine Berlin’deki bu müzede arz-ı endam etmekte ve 1930 tarihli bu müzeye ismini vermekte.

Bergama müzesi üç bölümden oluşuyor: Klasik Antik Çağlar Koleksiyonu, Eski Yakın Doğu Müzesi ve İslam Sanatı Müzesi. Türkçe seçeneğinin de bulunduğu “audio guide”lardan birini alarak, uzun bir vakti buraya ayırmalı. Ve müzede kaldığınız süre boyunca “bunlar bizim geri verin” tribinden, “adamlar koruyor, bizde olsa darmaduman olurdu” tribine kadar bir çok farklı düşünce arasında kaybolup gitmeye hazırlıklı olmalı. Hiç kuşkusuz müze adasındaki en görülesi yer burası.

Bergama Zeus Sunağı, Milet’in Market Kapısı, İştar Kapısı ve Mshatta Alınlığı gibi yapılar ve bu yapılara ait eserler, gerçek yerlerinden ayrıntılı bir şekilde toplanarak bu müzede yeniden birleştirilmiş. Özellikle Bergama ve Milet‘ten alınan eserlerle oluşturulan koleksiyonun Almanya’ya yasal olarak getirilip getirilmediği konusunda tartışmalar hala sıcak. Mesela Zeus Sunağı. 1871 tarihinde yol yapım bahanesiyle bölgeye gelen arkeoloji meraklısı bir Alman mühendisin parça parça sökerek yurt dışına kaçırdığı biliniyor. Türkiye Hükümeti, bu eserlerin iade edilmesi konusunda Almanya Hükümeti’ne başvurmuş durumda ve ümitsiz gibi görünse de süreç devam ediyor. Müze yılda yaklaşık 850,000 insan tarafından ziyaret edilmekte.

Bergama Zeus Sunağı

Malumunuz antik Pergamon şehrinde M.Ö. 2.yy’da Pergamon Krallığı’nı yöneten Attalos hanedanı tarafından yaptırılmış, mermerden anıtsal bir dinsel yapı. At nalı biçimdeki yapı Bergama Akropolü üzerindeymiş. Şimdilerde Bergama’da temelleri kalmış durumda. 35,64 m genişliğinde 33,4 m derinliğindeki yapının ön tarafında bulunan merdivenler 20 m genişliğinde. Dünyadaki en önemli ve en iyi bilinen, en iyi korunmuş antik yapılardan biri olan sunağın dış cephesi ve iç mekanlarında bulunan mermer kaplama üzerindeki freskler sanat tarihinin en önemli yapıtları arasında sayılıyor. Dış cephe freskleri Antik Helen dünyasının Olimpos tanrıları ile devler (Giant) arasındaki savaşı, iç alandaki freskler Pergamon’un kuruluş söylencesi olan Telefos söylencesini anlatıyor.

Görsellerine iç geçirerek sadece internetten bakmak durumundayız çünkü Zeus Sunağı 2019 yılına kadar restorasyona alınmış durumda. Bunun için biraz bekleyeceğiz belki ama tabi sadece bununla sınırlı değil Anadolu’dan kaçırılanlar. Mesela; Milet’in  Pazar Yeri Kapısı… Yapı, 120-130 yılları arasında, İmparator Hadrian döneminde inşa edilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere, Milet şehrinin Pazar Yeri Kapısı. Zamanla, çeşitli depremler neticesinde yıkılmış. Alman Arkeolog Theodor Wiegand, 1903 yılında yapıyı bulmuş. 1907-1908 yıllarında ise, 750 tonluk yapı, müttefikimiz tarafından parça parça kaçırılmış. Kimileri, yine “Türkiye’de kalsa idi zaten korunamazdı” gibi düşüncelere kapılabilirler. Ama unutmayalım ki Milet Kapısı, Celsus Kütüphanesi’nin ön yüzünün kardeşi. Efes Ören yerinde, Celcus Kütüphanesi pekala ayakta duruyor, sergilenebiliyor ve dünya çapında tanınarak yüz binlerce turist çekebiliyor. Sanat eserlerinin sergilenmesi açısından bakılacak olursa, bu kapının Efes Ören yerinde olduğu gibi, ören yeri turizmi şeklinde sergilenmesi çok daha etkileyici olmaz mıydı? Bu yapı kaçırılmamış olsaydı, Türkiye’nin ikinci bir Efes Celcus Kütüphanesi olacaktı. Kahrolmamak elde değil gerçekten.

Bir diğer yapı İştar Kapısı

Bu defa komşudan ama yine Osmanlı topraklarından. Bugünkü Irak’ta bulunan Antik Babil Kenti’nin surları üzerinde, “Tören Yolu” denen ana caddeye açılan, bir iç avlu ile ayrılmış iki anıtsal girişten oluşan, tuğladan yapılmış dev boyutlu kapı. MÖ 575’te Yeni Babil Devleti’nin başkenti Babil’in iç ve dış sur duvarlarını birleştiren, kentin sekizinci kapısı olarak, Babil Kralı II. Nebukadnezar tarafından Tanrıça İştar adına yaptırılmış. Yapıldığı tarihi düşününce insanı ürperten bir güzellik ve işçilik söz konusu. Masallarda adı geçen Babil kentinden somut ve sapasağlam bir güzellik. Aslan figürler, papatyalar, ejderhalar vs ile kendisi de masallardan çıkıp gelmiş gibi müzeye. Bu eser için Irak’ta kalsaydı başına neler gelirdi söylemek maalesef mümkün gibi. Körfez Savaşı sırasında ABD ordusunun askeri yığınağının arasında kalan tarihi mekanda onarılamaz hasarlar meydana gelirken yüzlerce çini çalınmış. Bugün de bölgede neler olduğu malumunuz. Bu yüzden İştar Kapısı için “iyi ki kaçırılmış” demek mümkün.

Mshatta Alınlığı ise Ürdün topraklarından müzeye kondurulmuş 8.yy’a ait bir çöl kalesinin devasa bir parçası. Çöl rüzgarları ve fırtınalar ile yıpranmış ama güzelliğinden bir şey kaybetmemiş. Müzenin İslam Sanatı kısmının daimi sergilenen en önemli parçası. 

Spree, Alexanderplatz, TV kulesi ve yüksekler

Sıradaki hedefimiz Alexanderplatz, yerlilerin deyimiyle Alex. Ve tabi şehrin her yerinden göz kırpan ikonik yapı TV kulesi. Daha önce birkaç kez daha yükseklere davet ettiğimi biliyorum. Yetmez ama evet diyenler için önerim önce kulede rezervasyon yaptırmaları. “Ben geldim şöyle bir arkadaşa bakıp çıkacaktım” durumu yok. Bazen birkaç saati bulan sıra için ücretinizi ödeyip rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Beklerken geçen zaman için en güzel alternatif ise herhalde Spree nehrinde bir motor turu. Şehri bir de nehirden görmek keyifli oluyor. Alman mimarisinin değişik örneklerinin nehir kıyısında arz-ı endam ettiği tur boyunca elinizi deklanşörden ya da meraklısı iseniz selfie çubuğunuzdan çekemeyeceksiniz. Turdan sonra randevumuza geçebiliriz. Bir dipnot olarak meraklıları için TV kulesine giderken Berliner Dom’un karşısındaki parkta Marx-Engels Forum yer alıyor. Forum alanında da Karl ile Friedrich’in heykeli. Bir selfie de burada düşünürsünüz belki. Kim bilir?

Fernsehturm yani “televizyon kulesi Alexanderplatz meydanına çok yakın. Demokratik Almanya Cumhuriyeti yönetimi, 1965-1969 yılları arasında inşa edilen kulenin -Batı’yı gözetlemek dışında- Berlin’in sembolü haline gelmesini amaçlamış. Ve görünen o ki başarmış. Kule, 368 metrelik uzunluğuyla, Almanya’daki en uzun yapı. Neyse ki asansör var. Gövde içindeki iki asansör ile en tepedeki küreye 40 saniyede çıkacaksınız. Merdivenleri önermiyorum. Kürenin içinde ziyaretçi alanı ve dönen restoran bulunmakta. Ziyaretçi alanı yerden yaklaşık 204 metre yükseklikte ve görüş mesafesi, havanın açık olduğu dönemlerde 42 kilometreye kadar çıkmakta. Bahsetmedim sanırım. TV kulesine çıkmak istiyorsanız ücret 12,5 Euro. Gece 12’ye kadar çıkma şansınız da var, ki bence hiç fena fikir değil.

Alexanderplatz; Yerlilerin deyimiyle “Alex” , Mitte bölgesinin en bilinen, merkezi meydanı. Ankara’da Kızılay, Bursa’da Heykel gibi buluşma noktalarından biri. Zaten siz isteseniz de, istemeseniz de bir şekilde bu bölgeye yolunuz düşecektir. Bu civarda Berlin’e özgü Currywurst atıştırabileceğiniz sokak satıcıları ve dükkanlar mevcut. İsmini meydandan alan Alexa AVM alışveriş meraklılarının ilgisini çekebilir. Dışardan biraz köhne ve atıl gibi dursa da çeşitlilik hiç fena değil. TV kulesinin arkasında katedralden sonra sol tarafta kalan alanda Hackescher Markt yer alıyor. Alışveriş ve yeme içme mekanları, meydana bakan çok sayıda kafe ile ilginizi çekebilir. Enerjisi yüksek gençlerin tercih ettiği bir yer. Doğu’nun içlerine doğru biraz daha ilerlemeden önce biraz soluklanmak için uygun bir nokta.

Sıradaki hedefimiz Prenzlauerberg. Ama öncesinde bu yönde Rosenthaler Str. 39 numarada özel bir durak var uğramanız gereken: Blindenwerkstatt Otto Weidt Müzesi. Otto Weidt Nazi Almanyası döneminde onun kadar ünlü olmasa da Schindler gibi Yahudi Soykırımı’na karşı duran bir Alman vatandaşı. Atölyesinde çalıştırdığı kör ve sağır Yahudileri korumayı başarmış bir insanlık kahramanı. Müze tahmin edebileceğiniz gibi bahsi geçen imalathane. Bulunduğu pasaj da sıra dışı bohem atmosferi, dekorasyonuyla fark yaratan underground kafeler, plak CD kitap vs satan dükkanlar ve duvarlarındaki ilginç grafitiler ile dikkat çeken bir mekan. Tesadüf eseri yolunuzun düşmesini beklemeyin ve not defterlerinizi çıkarıp yapılacaklar listesine ekleyin. Prenzlauberg bölgesi kısaca Prenzl’berg ise Kreuzberg, Mitte ve Friedrichshain ile birlikte Berlin’in en güzel, en renkli semtlerinden biri. Birçok bağımsız sanatsal oluşuma, çeşit çeşit ikinci el dükkanlarına, Dock 11 gibi şirin bir çağdaş dans merkezine, bir dolu işgal evine, bolca gökkuşağı bayrağına ve çok sayıda kafeye ve bara ev sahipliği yapan, şehrin entelektüel ve alternatif simalarının tercihi, bir nevi Berlin’in Cihangir’i. Kültür turu kapsamına alınıp görülesi bir bölge.

Gece Hayatı

Hep gündüz dolaşacak değilsiniz elbette. Kreuzberg’i daha önce test ettiğimize göre biraz farklılık hiç fena olmaz diyerek sizi ilk yazıda bahsettiğim büyük Mercedes amblemli binanın teras katına davet etmek isterim. Yükseklerden Berlin’in gece manzarası eşliğinde güzel vakit geçirmek için iyi bir alternatif olabilir buradaki mekanlar. Biri tam da muhtemelen size de fazlasıyla hitap edecek olan, 80’ler ağırlıklı müzikleriyle eğlencenin dozunun hiç düşmediği bir mekan. Komşusu ise biraz kalburüstü ve Dress Code’ye uymazsanız kapıdan dönmeniz olası bir gece kulübü. Tercihinize göre bir kılığa bürünmek akıllıca olabilir. Bu mekan için mümkün olduğunca “cool” ve şık görünmek önemli sanırım. Bu uygulama her yerde mevcut değil, ancak kapıdan çevrilen insanlara şahit olduğum için hatırlatmakta fayda var diye düşünüyorum.

Friedrichstrasse ve Checkpoint Charlie

Ertesi sabah geceyi çok uzatmayanlarla meşhur Checkpoint Charlie’ye doğru yola koyulabiliriz. S-bahn ya da U-Bahn marifetiyle Friedrichstrasse durağında inerek başlayalım. Bu caddenin bir ucu Checkpoint Charlie’ye, diğer ucu Unter’den Linden’e ve daha kuzeyde Oranienburger Tor’a dek uzanıyor. Kahvaltı edebileceğiniz bolca seçenek mevcut. Hem turistik atraksiyon hem de alışveriş anlamında sizi tatmin edebilecek bir bölge. Kısa bir yürüyüş sonrası hedefimiz tam karşımızda olacak. Direkt hedefe kitlenenler Stadmitte ya da Kochstrasse duraklarından birinde inip turist kalabalığına daha önce karışabilir elbette.

Checkpoint Charlie, Doğu ve Batı Berlin arasındaki 1961 senesinden 1990 senesine kadar kullanılan ana geçiş ve kontrol noktası. Elbette siviller için değil. Sadece müttefik askerleri, büyükelçiler, bu kişilerin aileleri, yabancılar, Federal Almanya’nın Demokratik Almanya’daki temsilcileri ve çalışanları ile Demokratik Alman üst düzey yöneticileri için. SSCB ve ABD’li askerlerin 1961’de ültimatomlarla karşılıklı namlu doğrultarak burun buruna geldikleri, 16 saat süren ve tek kurşun atılmadan direkten dönülen bir kriz ve bu sayede atlatılan 3.Dünya Savaşı ihtimaliyle de meşhur. Soğuk Savaş’ın arda kalan hatıraları olarak ise bariyerler, geçiş noktası sinyal sistemi ve Berlin Duvarı anıtı bu alanda sergileniyor. Geçmiş tarihlerde bunun gibi dünya savaşına neden olabilecek büyüklükte olan ama atlatılan krizler, bilboardlarda anlatılıyor. Mesela bizim de bir ucundan müdahil olduğumuz “Küba Füze Krizi”. Buradaki ABD sektörüne ait olan meşhur kontrol kulübesi orijinal değil. Nitekim orijinali Müttefikler Müzesi’nde. Maksat turistlere eğlence olsun. Siz de turist olduğunuza göre eğlenceye katılabilir, Amerikan bayrakları, Charlie’nin kontrol kulübesi ve Coni’lerle fotoğraf çektirebilir, 2. Dünya Savaşı ürünlerini satın alabilirsiniz.

Berlin’de ne yenir, ne içilir?

Berlin iyi hoş ama çok nitelikli ya da farklı bir mutfağı olduğunu söylemek güç. Berlin’e özgü kabul edilen şeylerden biri “Currywurst”. Bakmayın adının alengirli durduğuna, bildiğimiz baharatlı sosis. Et içeriği konusunda hassasiyeti olanlar helallik sormayı atlamasınlar aman dikkat. Abur cubur alternatifi elbette Döner. Malumunuz daha önce de bahsettiğim yoğun Türk nüfus nedeniyle her yerde dönerci görmeniz mümkün. Bunların en popüler olanı şüphesiz “Mustafa’s Gemüse Kebap”. Bu minik kebapçının namı almış yürüyor efendim. Öyle yer ayırtacağınız, gurmelerle yan yana masalarda yemek yiyeceğiniz bir yer de zannetmeyin burayı, bildiğimiz seyyar kebapçı gibi. Bir Soul Kitchen değil ama yolunuz Kreuzberg taraflarına düştüğünde uğramadan olmaz. Kime sorsanız gösterir. Çılgın bir kuyruk olabiliyor, haberiniz olsun. Tatlı olarak tabi Berliner. Adından da anlaşıldığı üzere Berliner, buraya özgü bir pasta çeşidi. Tatlı bir hamur üzerine ya da içine artık reçel, çikolata hangisinden istiyorsanız koyuyorlar, siz de yemelere doyamıyorsunuz. Fakat tüm Almanya’nın aksine yerel halk Berliner’e, ne zorları varsa, “Pfannkuchen” diyor. Gidip “abi bi tane Berliner istiyorum” demek yerine bunu diyeceksiniz. Nasıl diyeceksiniz ben de bilmiyorum ama durum bu. Münih’te yeterince bahsettik ama tabi Almanya denince içecek başlığında birayı tek geçiyoruz. Doğal olarak yüzlerce çeşit bira var. Berlin’e özgü olanın adı da haliyle “Berliner Weiße”.

Doğu Yakası Hikayesi: East Side Gallery

Berlin’e gidip de görmeden dönerseniz teflere konup çalınacağınız yere geldik. Checkpoint Charlie’nin hemen arkası malumunuz bizim Kreuzberg. Kreuzberg’in doğu sınırında Spree Nehri’nin kıyısında yer alan East Side Gallery yeni hedefimiz. Bu yazının assolisti Doğu’nun Friedrichshain semtini Batı’dan ayıran Berlin Duvarı’nın yıkılmadan bırakılan 1.3 km uzunluğunda kesintisiz en uzun parçası, uluslararası bir özgürlük anıtı. Galeri, aslında 1990 yılında Berlin Duvarı’nın doğu yakasında dünyanın çeşitli yerlerinden ressamların yaptığı 105 duvar resmini tanımlıyor. Dünyadaki en büyük ve en uzun süre ziyarete açık kalan açık hava galerilerinden biri. Bu resimler değişimin zamanını geldiğini ve tüm dünyada daha iyi, daha özgür bir gelecek umutlarını vurgulamaktaymış. Resimlerin üçte ikisi erozyon, grafiti ve vandalizm sebebiyle zarar görmüş. Üçte biri ise 2000 yılından itibaren, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş tarafından onarılmış. Bazıları için bir takım telif tartışmaları da sürmekte. İlk halini bilmiyorum ama mevcut durum bile insanı fazlasıyla mutlu edecek bir koleksiyon mevcut. Harika duvar resimleri ve grafitiler sizi bekliyor. Özellikle duvarı parçalayıp geçen sosyalist rejimin statü sembolü olmuş binek araç Trabant, dudaktan dudağa öpüşen Komünist liderler Brejnev ile Hönecker ve “Bazı Kafalar” en meşhurları. En azından birkaç saatinizi ayırarak program yapınız benden söylemesi.

Yakın Yerler

“Berlin’i bir geziye sığdırmak belki tamam ama yakın yerler de eksik kalsın” dediğinizi duyar gibiyim. Olsun, ben yine biraz bahsedeyim eksik kalmasın. Mesela şehrin kuzeyinde yer alan ve tren yoluyla ulaşabileceğiniz Sachenhausen Toplama Kampı kesinlikle iyi bir alternatif. Fazla detaya girip şu güzel atmosferi dağıtmak niyetinde değilim ama bir kez daha tarihten ders almak ve insanlık tarihinin en yüz kızartıcı eylemlerini görüp insan olma ortak paydası ile utanmak, tek kelimeye sığdırılınca biraz kulağımızın alıştığı “soykırım”ın ne menem bir şey olduğunu detaylar, kanıtlar ve hikayeleriyle görmek için gidilmeli mutlaka.  Çok etkilenecek, ne yapacağınızı, ne hissedeceğinizi, ne söyleyeceğinizi bilemeyeceksiniz.

Bir de tabi tarihi Potsdam şehri var vakit arttıranlara mutlaka önereceğim. Potsdam aynı zamanda Branderburg eyaletinin başkenti ve Unesco Kültür Mirasları Listesi’nde Almanya’nın en zengin varlığını oluşturuyor. 2.Dünya Savaşı’nda bombardımanlardan payını almamış olması ile çok iyi korunabilmiş. Berlin’e trenle yaklaşık bir saat mesafede çoğunluğu doğal alan olan 18 adet göl ve nehriyle bir doğa harikası, muhteşem bir sakinlik ve şıklık şehri. Schloss Sanssouci Sarayı ile birlikte birçok mimari güzelliğe de ev sahipliği yapıyor. Günübirlik bir tur harika bir bisiklet keyfi ile zarif bir gezi deneyimi yaşatabilir.

İki sayı sürdü ama nihayet sonuna geldik Berlin’in de. Başkent deyince turistik bir içerik vaat etmiyor gibi dursa da gördüğünüz gibi çok zengin bir dünya kenti Berlin. Önyargıları bir yana koyup, bir an önce bu şehrin sokaklarında kaybolmalı, kısa bir süreliğine de olsa hem tarihi hem de modern Berlin’in bir parçası olmalısınız. Branderbug Kapısı önünde “Ich bin ein Berliner” pozunuzu vermeden dönmeyin. Bir sonraki sayıda bir başka dünya kentinde ama daha güneyde buluşmak üzere…


Başa dön tuşu