Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.

Cuba Libre*

Küba - Özgür Çakır

Cuba Libre* 

Dergi Bursa’nın sıkı takipçileri önceki sayılarda rotayı doğrulttuğumuz duraklardan bahsederken aslında ne kadar kolay ulaşılabileceklerinden dem vurduğumu hatırlarlar. Bu defa durum biraz farklı, çünkü hedefimiz okyanus ötesi bir durak. Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre

Küba - Özgür Çakır
Küba – Özgür Çakır

(* 1 – Bir tür kokteyl 2 – Özgür Küba)

Küba bir ada. Aslında Küba da değil “Kuba” olmalı. Sanıyorum “u” ve “a”yı birlikte söylemekte zorlanmışız ki tüm dünyanın Kuba dediği bu ülkeye Küba demeyi uygun görmüşüz. Ben de geleneği bozmadan yazının kalan kısmında kendisinden Küba olarak bahsetmeye devam edeceğim. Kuzey ve Güney Amerika kıtaları arasında yer alan Karayipler bölgesindeki adalar zincirinin en batısında yer alan ve en büyüğü olan bu ada devleti 110 bin m2 büyüklüğünde timsah biçimindeki bir toprak parçası ve üzerinde yaşayan 11 milyon nüfustan ibaret. Ulaşım hakikaten zor. Çünkü Türkiye’den Küba’ya direk bir uçuş yok. Küba’ya gitmek için aktarmalı olarak İspanya ya da Fransa üzerinden toplam 16 saati bulan bir uçak yolculuğunu göze almanız gerekiyor. Bu yüzden daha önceleri söylediğim gibi “hadi bavulları toplayın, bu hafta sonu basıp gidin” şeklinde bir öneride bulunmam mümkün değil. Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre

Küba’ya gitmek için gerçekten önceden plan ve hazırlık yapmalı, uygun mevsimi kollamalısınız. Çünkü tropikal iklimin hakim olduğu bölgede mevsimler kabaca 4-5 ay süren yağışlı ve kuru dönem ile bir iki aylık geçiş dönemlerinden ibaret. Tropikal yağmurlar ve kasırgalardan uzak bir tatil için en uygun dönem Kasım ile Nisan ayları arasındaki periyot. Bunun en güzel tarafı da Türkiye’de kış mevsimini yaşıyorken gideceğiniz bu karayip ada ülkesinde yaz mevsimini yaşayacak olmak.

Küba’ya gitmek için ülkemizde çok sayıda alternatif tur seçeneği mevcut. Turizm şirketleri dışında kendi imkanlarınızla da Küba’ya gitmek mümkün. Bunun için biraz girişken ve maceracı olmak yeterli. Gözünüzü korkutmalarına izin vermeyin. Sistemin dışa izole ve internet kullanımının minimum düzeyde olması nedeniyle belki gitmeden rezervasyon yaptırmanız güç ama Küba’ya ulaştığınızda ulaşım ve barınmayı kendi başınıza kolaylıkla halletmeniz de mümkün. Küba, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize uygulamakta ancak vize almak gerçekten sorunsuz. Bir uyarım yeşil pasaport sahiplerine olacak. Size önerim havaalanındaki görevlilere yeşil pasaportun ne olduğunu anlatmaya çalışmak yerine Türkiye’den giderken zahmetsizce vizenizi edinip yola bu şekilde koyulmanız.

Deniz ya da karayolu ile ulaşım imkanı olmadığına göre herkesin bu ülkeye giriş kapısı başkent Havana’daki Jose Marti Uluslararası Havalimanı. Hazır lafı açılıp Jose Marti ismini zikretmişken bundan sonrası için ülkeyi, neler olup bittiğini, mevcut durumu ve karşılaşacağınız farklılıkları algılayabilmeniz için Küba tarihinden bahsetmek gerek.

Mevzuya tarih kitaplarından tanıdık bir isimle başlayabiliriz. Hindistan yolculuğuna niyetlenip Amerika kıtasına ulaşan Kristof Kolomb “insan gözünün gördüğü en güzel topraklar” olarak tanımladığı bu adayı 1492’de İspanyol sömürge topraklarına dahil etmiş. O yıllarda adada sömürgeci İspanyol denizcilerin bu yanılgıyla aslında Hintliler demeye çalışırken “Los Indios” olarak isimlendirdikleri 100 bin kadar yerli yaşamaktaymış. XVI. yüzyılın başında 1512’de Diego Velasques isimli İspanyolun 300 kişiyle adaya çıkarak başladığı kolonizasyon sonraki yüzyıllarda yerlilerin kıyımı, Afrikalı kölelerin adaya getirilmesi ile başlayan köle ticareti, büyük plantasyonlardaki tütün ve şeker kamışı üretimi, gittikçe büyüyen ticaret ve sanayi potansiyeli derken Küba XIX. Yüzyılın ikinci yarısına dek Latin Amerika’daki en güçlü ve en zengin sömürge ülke olarak varlığını sürdürmüş.

1865’te resmen kaldırılan köle ticareti ile oluşan işgücü açığı, Çinli işçiler ve Meksikalı yerlilerle kapatılmaya çalışılsa da bu yıllarda adada İspanyol sömürgesine karşı direnişin ilk işaretleri de verilmeye başlamış ve ada İspanya’ya karşı çıkan İspanyol kökenli Kübalıların ve yerli halkın sömürge yönetimlerine karşı direnişlerine tanık olmuş. On yıl süren 1. Bağımsızlık Savaşı başarısızlıkla sonuçlanmış ancak Havana Havalimanı’na ismine veren 1895’te savaşırken ölen Küba’nın ruhu, şair, gazeteci, öğretmen ve hukukçu Jose Marti’nin önderliğindeki mücadele ile 1898’de İspanya’ya karşı ikinci bağımsızlık savaşı kazanılmış. Aslında bu durumu bir bağımsızlık olarak tanımlamak güç gibi görünüyor. Çünkü İspanya’ya karşı kazanılan zafer ve bağımsızlık İspanya’ya savaş açan ABD’nin adayı işgali ile gerçekleşmiş. Bağımsızlık sonrası 1901’de yeni Küba anayasasının hazırlanması ABD’nin her adımını kontrol ettiği bir süreç olarak gerçekleşmiş ve adadaki ABD yörüngesindeki dikta dönemi başlamış. Adanın en doğu ucunda son yıllarda adını hapishaneleriyle ve çok da iç açıcı olmayan haberlerle sıkça duyduğumuz Guantanamo Körfezi’nde yer alan askeri üs de bu yıllarda kurulmuş. Küba’nın iç ve dış ilişkilerinde söz sahibi olmak hakkını da aldıktan sonra adadan 1901 yılında çekilen ABD işgali sonrasında başlayan diktatör Machado dönemi 1933’teki genel greve dek sürmüş. Hemen ardından yerini yeni ve sonrasında ünü dünyaya yayılan bir diktatör, Batista almış. Batista zamanında ülke adeta ABD’nin sayfiye yerine, aynı zamanda suç ve zevk bataklığına dönüşmüş. Lüks oteller, casinolar, gece hayatı, son model otomobiller, plajları dolduran ABD’li tatilciler bir yanda, yönetimin göz yumduğu mafya ilişkileri, suç örgütleri öte yanda yıllar geçerken Küba halkına yine bir başka kölelik hali düşmüş. 1947 yılında Batista zorlama ile yapılmasını kabul ettiği seçimleri güçlenen muhalefetin kazanacağını hissedip iptal edince muhalifler dünyanın en meşhur ve karizmatik liderlerinden biri olan ve halen –hastalığı nedeniyle pek ortalarda olmasa ve yönetimi kardeşine devretse de- gücü ve etkinliği süren Küba lideri Fidel Castro’nun önderliğinde yer altına inmiş.

Küba tarihi de kölenin efendisine, gerillanın diktatöre yönelik umutlu ve iyimser isyanları ile dolu. Castro, ilk ihtilal girişimi olan, 119 kişi ile yaptığı ve çoğunluğun öldüğü Moncado kışlası saldırısı sonrası yanında sağ kalan iki kişi ile bir tepenin eteklerinde otlarda uzanmış vaziyette, mitralyözle kendilerini tarayan uçakların gitmesini bekledikten sonra yerinden doğrulur ve şu soruyu sorar: “Kaç kişiyiz? Kaç silahımız var?”. Cevaben “Üç kişiyiz ve iki tüfeğimiz var” yanıtını alınca Fidel’in verdiği tepki işte tam bu umut ve iyimserliğin karşılığı: “Tamam çocuklar, şimdi başlıyoruz”.

Hikaye uzun tabi. Fidel ve arkadaşları yakalanır ve ünlü vecizesi “La Historia Me absolvera/ Tarih beni haklı bulacaktır” sözleriyle bitirdiği savunmasıyla biten yargılama süreci sonucunda 15 yıl hapis cezasına çarptırılır. Fakat Fidel dünya basının çok göz önünde ve popülerdir. İçeride daha da popüler hale gelir ve Batista -belki de hayatının en büyük hatasını yaparak- Fidel’i Meksika’ya sürgüne gönderir. Meksika’da Che Guevara ile tanışır Fidel Castro.

Hali vakti -küçük de olsa- özel uçak sahibi olacak kadar yerinde olan Arjantinli bir ailenin çocuğu olan tıp doktoru Che Guevara için de ayrı bir paragraf açmak gerek. Günümüzde klasikleşmiş portresi ile adeta bir pop ikonuna dönüşen, kendisi için yazılmış olan “Comandante” şarkısının remiks edilmesi sayesinde hakkında pek bir şey bilmeyen milyonları diskoteklerde dans ettiren, bazılarının kendisini bir rock starı zannettiği, graffitilerin ve tişörtlerin vazgeçilmezi olarak ömrünü mücadeleye adadığı kapitalizm tarafından öğütülerek içi boşaltılan ve metalaşan, bu her daim genç adamı bir paragraf içerisinde anlatmaya çalışmak gafletinde değilim. Yine de hayatını Güney Amerika halklarının özgürlüğüne adamış olan ve Küba devrimi sonrası Bolivya’da giriştiği benzer bir mücadelede yakalanarak hunharca öldürülen, kendi hayatını hiçe sayarak inandığı doğrular uğruna tutarlı bir şekilde mücadele eden, kendisinin de söylediği gibi Mustafa Kemal’den sonra dünya tarihinin gördüğü en büyük devrimcilerden biri olan bu güzel insana bir selam vermeden geçmek haksızlık olurdu: “Hasta La Victoria Siempre”.

Fidel, Che ve Cienfuegos, Meksika’da sürdürülen devrim hazırlıkları sonrasında başarısız bir çıkarma sonrası kalan 12 kişi ile yeni bir gerilla mücadelesini başlatırlar ve aslında biraz da talihin yüzlerine gülmesiyle başarılı olurlar. 1958’i 1959’a bağlayan yılbaşı gecesinde diktatör Batista’nın yüklüce bir miktar para ve yakınları ile birlikte ülkeyi terk etmesiyle de amaçlarına ulaşırlar. İşte hep sözü edilen Küba’da zamanın durmuş olduğu ve herşeyin 180 derece ters istikamete yöneldiği gün de o gün aslında. O güne kadar dikta yönetimi altında ABD güdümlü bir ülke iken Ocak 1959’dan sonra Batista’nın dikta rejiminin yerini Castro’nun komünist sistemi alır ve doğal olarak Küba da ABD güdümünden çıkarak akabinde SSCB ile sıkı dost ve müttefik bir ülke haline gelir. ABD’nin bu durumu değiştirmeye yönelik 1961’de gerçekleştirdiği Domuzlar Körfezi çıkarması da başarısız olunca durum artık geri dönüşsüz bir hal de almıştır. İşte bu dönemde -tarihe meraklı olanlar hatırlayacaktır- Küba ile Türkiye’nin siyasi tarihlerinin bir kesişme noktası yaşanır. Ekim 1962’de patlak veren füze krizi ABD’nin Türkiye’deki, SSCB’nin Küba’daki füzelerini kaldırma ve bu iki ülkenin toprak bütünlüklerine uyulacağı sözünü verilmesiyle adadaki durum her iki süper gücün de onaylayıp kabul ettiği bir hale dönüşmüştür. Sonrasında, adanın en büyük gelir kaynağı olan şeker kamışının alıcısı da değişmiş, ABD’nin ambargosu ve şeker kamışı alımını durdurması sonucu sürpriz olmayacak bir şekilde SSCB devreye girmiş. Aradan geçen yıllar boyunca Küba Cumhuriyeti Sovyet Rusya’nın da desteğiyle 1990’lara kadar sınırlı bir dış ticaretle kendi yağında kavrularak mutlu mesut bir şekilde gelmiş. Bu dönemde ise Gorbaçov ve Perestroyka hareketlerinin ardından SSCB’nin dağılmasıyla Küba’da ciddi bir ekonomik kriz yaşanmış. On binlerce kişi bulduğu her türlü deniz taşıtı, bulamazsa kendi hayal gücünün elverdiği –küvetler gibi- bir takım araç gereçle okyanusa dökülüp Miami ve Florida kıyılarına akın etmiş. 90’ların sonunda ise turizm potansiyelinin farkına varan ve bacasız sanayiyi keşfeden Küba yönetimi ve devlet ekonomisi bir miktar nefes almış. Bugün ülkenin en önemli gelir kaynağı nikel gibi bazı madenler, şeker kamışı, tütün ve meyve ihracatı yanında elbette ki turizm.

Biraz uzun bir girizgahla başladık farkındayım. Ancak bunlardan bahsetmemiş olsaydım bu yazının Küba’yı İspanyol kolonyal mimarisi evlerle bezeli sokaklarda cirit atan eski Amerikan arabaları, Latin müzikleri, salsa, mojito, rom ve purodan ibaret bir turizm destinasyonu olarak anlatan benzerlerinden bir farkı olmayacaktı. Affınıza sığınıyor, sabrınız için teşekkürlerimi sunuyorum.

Gelelim Havana’ya. Aslında “La Habana”ya. Ülkenin ismini doğru telaffuz etmediğimiz gibi ülkenin başkentini de meğer yanlış bilirmişiz. İspanyolcanın iki cilvesi bir araya gelince bizim kırk yıllık Havana aslında “H”sini sessiz pas geçerek, “V’sini de “B” olarak okuyarak “Abana” diye telaffuz edilmeliymiş, iyi mi? Siz yine Havana diye okuyabilirsiniz ama oraya gittiğinizde “la abana” deyin ki kötü gözle bakmasınlar.

Havana yani “La Habana” 2,5 milyon nüfusa sahip, sahil kenarında kurulu, tarihi ve çok büyük bir şehir. Resmi kayıtlara göre nüfusun üçte bir kadarı beyazlardan oluşan Küba’da nüfusun çoğunluğunu melezler oluşturuyor. Aslında bu tür bir ayrım teorik ve pratikte Küba’da mevcut değil. Çünkü devrim öncesinde çokça vurgulanan ve siyahilere hayatı zindan eden siyah-beyaz, efendi-köle ayrımı devrim ile birlikte tümüyle ortadan kaldırılmış. Bugün Küba’nın her yerinde bunu hissetmeniz mümkün. Küba aslında tam bir etnik mozaik. Ülkenin asıl yerlilerinin İspanyollar tarafından büyük ölçüde yok edilmesi ya da asimile edilmesi sonrasında siyahiler Afrika’dan, özellikle bugünkü Nijerya’dan kölelik yapılmak üzere getirilmiş. Küba’ya XVI. Yüzyıldan bu yana yerleşen İspanyollar ise zamanla kendilerini İspanyol’dan ziyade Kübalı gibi hissetmeye başlamış.  XX. yüzyılın ilk yarısında ise yeni bir hayat arayışında olan çok sayıda Ortadoğulu ve Çinli göçmen buraya gelmiş. Zamanla tüm ırklar birbirine karışmış, siyahiler daha çoğunluk olmak üzere Küba’nın ihraç ettiği bir terim olan “mulatto”lar, yani siyah, beyaz, bazen Ortadoğulu ve Çinli karışımı bir nesil ortaya çıkmış. Tabi çok sayıda beyaz Kübalı da var. Bunun yanında soğuk savaş döneminin kalıntıları olan Rus ve Doğu Avrupa kökenli birçok insan da ada halkının bir bölümünü oluşturuyor. Hatta Havana’nın merkezinde Centro Habana’da küçük bir Çin Mahallesi bile var. Küba devrimi ile ilgili birçok şey tartışılabilir ve nereden baktığınıza bağlı olarak değişebilecek şekilde yorumlanabilirse de “bu devrim neyi başardı?” sorusuna “en azından bunu başardı” demek mümkün. Küba’da tüm ırklar ve uluslar eşitlenmiş durumda ve ayrımcılık sıfır noktasında. Bir kimsenin diğerine, yani başka renge, başka bir mesleğe, başka bir dine ayrımcılık uygulaması da söz konusu değil.

Tabi Fidel Castro’ya da haksızlık etmemek gerek. Devrimin başarısını ispat eden daha net rakamlar da mevcut. Dünyanın en düşük bebek ölüm hızı ve neredeyse en yüksek ortalama yaşam süreleri Küba’da. Okuma-yazma oranı %100’e yakın, cinayet ve hırsızlık yok denecek kadar az, tecavüz ise hiç bildirilmiyor. Açlık yok. Evet, çok derin bir fukaralık hali var ama açlık yok. Elbette uzunca bir listeye dönüştürülebilecek bir dolu eksisi de olsa bunlar sistemin büyük artıları. Fakat en büyük artısı da dünyanın insanları eşit olan belki de tek ülkesi olması. “Herkes fakirlikte de eşit” diyenleriniz var, duyar gibiyim. Eh tabi size de “haksızsınız” demek namümkün.

Küba’da para birimi “peso”. Ancak bir turist olarak siz bu para birimi ile tanışmayacak ve belki de hiç karşılaşmayacaksınız bile. Çünkü turistler için icat edilmiş olan bir başka para birimi var. “Convertable Peso” (CUC) olarak tanımlanan bu para birimi bir Amerikan dolarına eşit. Yani turistler ve yerli halk için sunulan hizmetler ayrı fiyatlandırıldıkları gibi, ayrı para birimleri ile de ifade ediliyor. Ortalama bir Kübalının geliri 15-20 CUC karşılığı iken bir turist olarak sizin herhangi bir restoranda ödeyeceğiniz hesap da buna eşit bir miktar olabiliyor. Dolayısıyla aslında Küba’da fiyatlar Kübalılar için çok ucuz olsa da bir turist için herhangi bir Avrupa kentinden daha ucuz olduğunu söylemek yanlış olur. Giderken yanınızda para birimi olarak Euro götürmenizi öneririm. Çünkü Amerikan Doları’na para değişimi esnasında %10’a varan bir vergi uygulanıyor.

Eğer bir tur şirketi aracılığı ile gitmişseniz büyük ihtimalle Havana’daki büyük otellerden birinde konaklayacaksınız. Kendi imkanları ile Küba’ya gidecek olanlara önerim ise “casa particular” olarak isimlendirilen pansiyonlar olacak. Küba’daki tüm şehirlerde her sokakta rastlayacağınız ve kapılarındaki ters dönmüş bir çapayı andıran bir tür çatal işaretinden tanıyacağınız bu pansiyonlar Kübalıların devlet gözetiminde vergilerini ödeyerek evlerinin bir ya da birkaç odasını turistlere kiraladıkları küçük işletmeler. Bazılarında standartlar oldukça düşük ve yetersiz olsa da uzun sürmeyecek bir araştırma ile hem otellere kıyasla daha ekonomik (geceliği 15-20 CUC) bir konaklama imkanı, hem de yerel halk ile bir araya gelme ve iletişim kurma şansı yakalayacaksınız.

Şehri tanımaya başlamanın zamanıdır. Havana başlıca üç 3 bölgeye ayrılmış. Eski Havana, Vedado ve daha yeni, modern yapıların olduğu yerleşim bölgesi olan  Miramar. Peki şehri gezmeye nereden başlamalı? Havana Körfezi’nin tıpkı İstanbul Boğazı’nı çağrıştıran dar geçiş noktasında kurulu Moro Kalesi’ni öneririm. Kolonyal mimarinin en yoğun olduğu eski Havana (La Habana Vieja)’nın karşısında yer alan, 19.yy’da yapılmış görkemli bir deniz feneri de barındıran bu kaleden şehrin muazzam panoramik manzarasını izleyip genel bir fikir edinebilirsiniz.

Şehirde kökeni XVI. yüzyıla dek uzanan ve vaktinizin büyük kısmını geçireceğiniz eski Havana bölgesi dışında bahsettiğim gibi büyükelçiliklerin, bakanlıkların, devlet kuruluşlarının, bazı otellerin, okulların, hastanelerin, Sovyet Rusya’daki çok katlı sosyal konutları çağrıştıran dev blokların da bulunduğu geniş bulvarlar ve parklar barındıran görece yeni alanları da mevcut. Görece yeni diyorum çünkü aslına bakarsanız Havana’da hiçbir şey gıcır gıcır değil. Klasik olarak tüm gezi yazılarında bahsedildiği ve rehberlerin diline dolandığı üzere zamanın 1959’da durduğu ve asılı kaldığı iddiası biraz abartılı olsa da özellikle eski Havana’da bazı anlarda bu hisse kapılmanız olası.

Gerçekten de uzun yıllar süren ambargo, fakirlik ve bakımsızlık nedeniyle yavaş yavaş solan ve sönen bir ihtişamı olan bu kentte hayat bizim normlarımızdan biraz farklı işliyor. Bildiğiniz büyük kentlerde görmeye alışkın olduğumuz reklam tabelaları, billboardlar, afişler vs. olmadığı gibi, ortalıkta bir yerlere yetişmeye çalışan ve koşturmakta olan büyük bir kalabalık görüntüsü de yok. Zaman sanki Habana’da gerçekten bol kepçe. Ve Habenerolar yani Havanalılar “zaman öldürmek” kavramının hakkını gerçekten çok iyi veriyor gibiler. Aslına bakarsanız diğer tüm ülkelerde elini ayağını trafikten çoktan çekmiş olan eski Amerikan arabaları, dış mekan ve iç mekan dekorları, eski televizyonlar, günlük hayattaki teknoloji kullanımı, aile ilişkileri ve sosyal hayat, algılamanızı kolaylaştırmak için benzetmek gerekirse sanki biraz Türkiye’nin büyük şehirlerinin 30-40 yıl öncesini andırıyor gibi. Günümüz Türkiye’sinde ve özellikle batı toplumlarında ekonomik gelişme ile insanların hayatları ve yaşayış biçimleri birçok yönden etkilendi ve değişti elbette. Havana’da ise sanki hala eski düzenin bir küçük “mikrocosmos”u yaşamaya devam ediyor gibi. Ülkedeki yumuşama sinyallerine rağmen (örneğin artık Kübalılar cep telefonu için özel hat alabiliyorlar) teknoloji Küba’yı henüz fethedememiş durumda. Sokaklarda misket oynayan çocuklar, satranç oynayan ergenler, bir tahta parçasından dönüştürülmüş raketleri ile Küba’nın -ABD’li yıllardan kalan sporu olan- beyzbol oynayan gençler, evlerinde haftanın belli günlerini birkaç TV kanalından birinde sinema keyfi yapmak için iple çekenler, aynı mahallede telefonu paylaşan evler ve aynı evde yaşayan büyük kalabalıklar. İşte tüm bunlar aslında zamanı yavaşlamış hissettiren şey.

Hazır beyzboldan söz açılmışken Ernest Hemingway’den –yani Hemingway Baba’dan- da bahsetmeden geçersem yazı eksik kalmış olur. Nobel ödüllü yazar -ki bu ödülü de Küba halkına hediye etmiş- Havana’da bir efsane. Anlaşılan o ki Küba, özelinde Havana Hemingway’in hayatında nefes almak, kendini bulmak istediğinde kaçıp geldiği bir sığınak olmuş önceleri. Sonra da Havana’ya yerleşivermiş. Vasiyetinde bugün müze olarak kullanılan evi Finca Vigia ve içindeki 8 bin kitaplık kütüphanesi ile kişisel eşyalarını Küba halkına miras bırakan yazar bugün hala “Papa Hemingway” (Hemingway Baba) diye anılıyor. Yazar bu lakaba Havana yakınlarındaki evinin bahçesinde 1943 yazında kurduğu küçükler beyzbol takımı sayesinde kavuşmuş. O yıl Hemingway’in oğulları da yazı Havana’da geçiriyorlarmış. Ellerinde kendilerinin yaptığı tahta sopalarla beyzbol oynayan Kübalı çocukları evlerinin bahçesinde oğulları ile beyzbol oynamaya davet eden yazar bir süre sonra onlara eski şeker çuvallarından formalar diktirip yaz boyu bahçesinde keyifli beyzbol maçları organize etmiş. Kübalı çocuklar başta yazarı “Mister” diye çağırsa da sonraları hepsi için Papa Hemingway oluvermiş. Bugün Habana’yı ziyaret eden turistlerin gözde mekanlarını oluşturan listenin en başında da Hemingway’in Havana’da “takıldığı” mekanlar yer alıyor. Deneyimlerime dayanarak El Floridita isimli barda (ki bu barın bir köşesinde Hemingway’in gerçek boyutlarda bara dayalı olan ve insana her an canlanacakmış hissi veren karizmatik bir heykeli de mevcut) onun “her zamanki”si olan Daiquiri’yi tatmanızı öneririm.

Her yabancı gibi eski şehri tanımaya başlayacağımız yer büyük ihtimalle Katedral Meydanı olacak. Bu meydan ile çevresindeki cadde ve sokaklarda Havana turizminin en tanıdık simalarını bir arada bulmanız mümkün. Kimlerden mi bahsediyorum? Tabi ki Havana gezi yazılarını süsleyen fotoğrafların vazgeçilmezi, rengarenk süslü kıyafetler içerisinde, ağızlarında devasa purolarıyla turistlere modellik yapan Havanalılardan. Eski Havana’nın merkez noktası da sayılabilecek olan bu turistik alanda çok sayıda, görevleri ve amaçları turistlere klasik Kübalı pozu vermek ve birlikte hatıra fotoğrafı çektirmek olan yarı profesyonel model ile karşılaşacaksınız. Ülkede yapılan her türlü etkinlikte olduğu gibi bu kişiler de mesleklerini devlet kontrolü altında gerçekleştirmekteler ve kimilerinin görünür yerlerde olan yaka kartları mevcut.

Katedral Meydanı’nda etrafını saran küçük ama başarılı müzik gruplarından biriyle, örneğin “Besame Mucho”yu söyleyip, hatıra fotoğraflarınızı çektirip, bahşişlerinizi de verdiyseniz “La Havana Vieja” turunuza başlayabilirsiniz. Ara sokaklara dalmadan öne katedralin yanında Capitolio’ya doğru ilerleyen caddeyi kat etmenizi öneririm. Buradaki restoranlarda damak tadınıza uygun bir şeyler bulmanız da mümkün. Böyle diyorum çünkü Küba’nın genelinde çok lezzetli şeyler yiyebileceğinizi söylersem gerçeği biraz deforme etmiş olurum. Genel olarak Küba mutfağının çok başarılı bir mutfak olduğunu söylemek yanlış olur. İnsan bir adaya giderken deniz mahsulleri konusunda çok daha fazla çeşitlilik ve lezzet beklentisi içerisine giriyor elbette ama Küba maalesef bu beklentiyi karşılamakta biraz zayıf. Bunun sebebini ülkenin dışa kapalı olması politikası gereği halkın tekne sahibi olamaması ve dolayısıyla balıkçılık yapma işini devletin üstlenmiş olması ile açıklamak mümkün sanırım. Yine de oldukça uygun fiyatlara ıstakoz yemeden ve kızartılarak servis edilen bir tür yavru hamsi görünümlü olan “manjuas”tan tatmadan dönmeyin. Rom ve kokteyler başrolde olsa da -hazır çerezlik manjuas’tan bahsetmişken büyük ihtimalle yemeğinize eşlik edecek olan- Küba’nın yerel bira markası “Bucanero”nun da adını anıp hakkını teslim etmeli.

Yine bu ana cadde üzerindeki restoranlarda gün boyu canlı müzik eşliğinde salsa şovların gerçekleştiğini ve türlü canlı performansların sergilendiğini de belirtmeli. Aslında genel olarak soluklanmak üzere mola vereceğiniz tüm kafe, bar ve restoranlarda canlı müzik ve çoğunda da dans gösterileri mevcut ve hatta biraz meraklıysanız tüm bu grupların -resmi gelirlerine ek olarak- kazanç kapısı olan amatörce doldurdukları müzik CD’lerinden de 10 CUC karşılığı edinebilirsiniz. Sevdiklerinize lokal müzisyenlerin imzalamış olduğu bu albümleri hediyelik eşya olarak götürmek de fena fikir değil.

Bu bölgede dolaşırken sık karşılaşacağınız bir başka hadise de yanınıza yaklaşıp size ısrarla puro satmaya çalışacak olan kişiler. Meraklısı iseniz çok önermem ama hediyelik olarak düşünüyorsanız neden olmasın. Devlet kontrolünde sertifikalı olarak purolara kıyasla çok daha uygun fiyatlarda anlaşmanız mümkün. Burada alacağınız risk şu olacak: Puroların düşük kalitede ya da sahte üretilmiş olma ihtimalleri. Sokakta yanınıza yaklaşan kişilerin bir kısmı kendileri ya da bir yakınlarının puro fabrikalarından kaçırdığı puroları satmakta, bir kısmı da bazı merdiven altı küçük atölyelerde üretilen düşük kalitede puroları… Hatta bazılarında tütün yerine muz kabuğu kullanıldığı da rivayet edilmekte, aman dikkat. Ülkeden çıkışta 50 adet puroya kadar bir şey söylenmiyor. Daha fazlası için puroların resmi bir dükkandan alındığını gösteren fatura soruyorlar. El altından satılan puro kutularına puronun menşeini gösteren çıkartma bandrol yapıştırıyorlar. Bilin ki o bandrolların hiçbir önemi yok. Zaten 50 adede kadar bandrole gerek yok, 50 adedin üstü için ise fatura şart. Faturası varsa isterseniz 1000 tane alın (Türkiye’ye girerken gümrük vergisi ödersiniz o ayrı konu tabi).

Puro demişken -bazılarınızı hayal kırıklığını uğratacağını biliyorum ama- Küba purolarının esmer tenli latin dilberlerin çıplak bacaklarında sarılarak üretildiğine dair hikayelerin de bir şehir efsanesinden öteye gitmediğinin altını çizmek gerek. Diyorlar ki Küba’da puro endüstrisinin başladığı yıllarda bu puroları saran roller’lar (puro sarıcılar) özgürlüğünü kazanmış Afrikalılar arasından seçilirmiş ve fabrikalar tropikal iklimin etkisinden dolayı çok ama çok sıcak olurmuş. Hem hırsızlığı önlemek, hem de serinlemek için işçiler buralarda çıplak çalışılırmış. Günümüzde ise puro fabrikalarında -en azından ziyarete açık olanlarda- çıplak latin güzeller filan yok. Havana’daki onlarca puro fabrikasından sadece ikisi ziyaretçi kabul ediyor. Bunlardan biri ve en populer olanı 1827’de kurulmuş olan Partagas fabrikası. Binadaki tütün kokusu daha kapının önünde sizi esir alacak inanın ve bu koku sayesinde satış mağazasından birkaç puro almadan çıkmayacaksınız. Günümüzde bu fabrikalarda hem erkek, hem de kadın roller’lar çalışıyor ve tavanlarda büyük vantilatörler dönüyor. Puro hazırlanan salonda roller’lar sıkılmasın diye ya hoporlörden radyo çalınıyor ya da yüksek bir yere oturan birisi yüksek sesle kitap okuyor. Ziyaret etmek herkes için ilginç bir deneyim olabilir.

Puro faslını kapadıktan sonra Havana’nın, dolayısıyla Küba’nın bir diğer ünlüsü “rom”un peşine düşmenin zamanıdır. Atlantik kıyısındaki büyük çiftliklerde çalıştırılan kölelerin arasında doğan, Karayip korsanlarının pek sevdiği sert bir içki olan rom bugün hem tek başına tatlı, karamelli, yumuşak içimli; hem de hafif kokteyllerin vazgeçilmezi bir içki. Romun ana maddesi sürprize yer bırakmayacak şekilde şeker kamışı. Üretimin detaylarını merak edenler için şehir merkezindeki eski bir rom fabrikası emrinize amade. Burada hem rom üretiminin her safhasını görmek, hem de tarihçesi hakkında bilgi sahibi olmak mümkün. Bu mekanı mutlaka görmelisiniz ama müzeye dönüştürülmüş olan fabrika kısmı için değil. Hemen girişinde yer alan ve adını Küba’nın uluslararası üne sahip olan rom markası Havana Club’dan alan bar için. Fazlaca turistik bir mekan olsa da gün boyu barda sahne alan kadife sesli –söylememe gerek var mı bilmiyorum ama- çikolata renkli müzisyen Anthia ve grubu size çok iyi vakit geçirtecek, bunun garantisini veriyorum. Kulübün barında ise taze sıkılmış olan şeker kamışı suyu ve romdan oluşan kokteylin yanında üç büyükler olan daiquiri, pina colada ve mojitoyu da tatmanız mümkün. Mojito yüksek ihtimal malumunuz olduğuna göre pina colada’nın ananas suyu ve hindistan cevizi kremi, daiquiri’nin ise öğütücüden geçirilmiş buz, şeker şurubu ve lyme’ın beyaz rom ile karışımından yapıldığından kısaca bahsetmeli. Benim kişisel tercihim hangisi diye soracak olanlara Hemingway ile aynı fikirde olduğumu söyleyerek rahatlıkla “favorim daiquiri” cevabını verebilirim.

Plaza Armas’tan Parque Central’e doğru uzanan Obispo Caddesi size tam da El Capitolio’nun önüne çıkaracak. Yol üzerinde Hemingway’in favori barn El Floridita’da dinlenip daiquiri takviyesi yaptıktan sonra El Capitolio’yu gezebilirsiniz. Burası devrim öncesi Batista’nın başkanlık konutu olarak kullandığı, 1929 senesinde inşa edilmiş tarihi parlamento ve senato binası. 90 metre yüksekliğindeki kubbesi, sütunları ve rengi ile Beyaz Saray’ın bir replikasıymış izlenimi veren bu binayı eski Havana’da dolaşırken çoğu kez yolunuzu kaybettiğinizde bir yön bulma aracı olarak da kullanacaksınız. Olağanüstü ihtişamlı olan merdivenlerle ulaşılan binanın girişinden hemen sonra Cumhuriyeti simgeleyen pirinç bir kadın heykeli var. 18 metre yüksekliğinde 50 ton ağırlığındaki bu heykel dünyanın üçüncü en büyük iç mekan heykeli. Bu heykel de -babasının başından doğduğu için aklı simgeleyen- tanrıça Atina’nın yerli bir projeksiyonu. Küba’daki ismi ise “Lili Valty”.

Batista’nın koltuğuna oturup hatıra fotoğrafı da çektirdiğinize göre Capitolio’da fazla vakit kaybetmeden kendinizi artık eski Havana sokaklarına atmanın zamanıdır. Çünkü gerçek hayat sizi burada bekliyor olacak. Derinlere, özellikle Central Habana’ya doğru ilerledikçe ve turistler seyreldikçe gerçek La Habana’da olduğunuzu hissedeceksiniz. Çoğu devrimden önce ve kolonyal dönemde inşa edilmiş olan bu binaların her biri ve barındırdıkları detaylar gerçekten görmeye değer. Büyük çoğunluğu geçen sürede son derece bakımsız kalmalarından ötürü bitap halde olsa da hiç şüphesiz neredeyse hepsi için “minare yıkılsa da mihrap yerinde” demek mümkün. Malumunuz, kolonyal mimari bir açıdan da ikinci sınıf mimari demek. Çünkü, o yıllarda ancak kendi ülkelerinde dikiş tutturamamış ikinci sınıf mimarlar, çok genç ve tecrübesiz olanlar ya da gözden düşmüşler ülkelerini bırakıp binlerce kilometre uzaklıktaki kolonilerde çalışırlarmış. Dolayısıyla kolonilerde mimari bir parça “kitsch”. Kaba olmasa da gelişmiş bir estetik duygusundan yoksun olduğu da söylenebilir. Havana’da da bu durum belirgin tabi. Ama tek tek binalara baktığınızda hakim olan ikinci sınıf bir estetik hissi kentteki binalar bir bütün olarak içindeki insanlarla beraber değerlendirilince ise bir harmoni duygusu ve durumu ortaya çıkıyor. Turistik alan dışına çıktığınız için bu bölgede –kalem ve sabun isteyenler dışında- sizden fotoğraf çektirmek, yol tarif etmek gibi hizmetleri karşılığında sürekli para talep eden insan sayısı da azalmış olacak ve yaptığınız küçük sohbetlerle Habenerolarla kaynaşma şansınız olacak. Batıya doğru Eski Liman yönünde ilerlerseniz küçük ama çokça dünya şampiyonu çıkarmış bir boks okuluna denk geleceksiniz. Buradaki atmosfer, her yaş grubundan öğrenci ve hocalarının diyalogları, fiziki koşullar ve duvarlardaki eski şampiyonların fotoğrafları kendinizi belgesel bir film stüdyosunda hissettirecek ve “iyi ki gelmişim” diyeceksiniz.

Hediyelik eşya almayı düşünenler için bir diğer önemli alışveriş noktası ise Eski Liman’da bulunan el sanatları çarşısı. Burada her türlü, endüstriyel olmayan, el yapımı hediyelik eşyayı bulmak mümkün. Özellikle eski Havana sokakları ve Amerikan arabalarının resmedildiği büyük tablolar ve dekorasyon ürünleri ilginizi çekebilir.

Devrimi ile meşhur bir ülkenin başkentinde elbette bir Devrim Müzesi de var. 1920’de başkan Mario Garcia Menocal tarafından başkanlık sarayı olarak inşa ettirilen bu yapı Batista döneminde çalışma ofisi olarak kullanılmış. Bugün ise bu binada devrim öncesini, iki yıllık devrim sürecini ve devrim sonrasını tüm dokümanları ile birlikte takip etmek mümkün. Binanın hemen yanında Fidel ve seksen arkadaşını Meksika’dan getiren efsanevi tekne Granma’yı, başkanlık sarayına saldırıda kullanılan kamyonu ve Domuzlar Körfezi savunmasında kullanılan hepi topu iki uçaktan oluşan zamanın Küba Hava Kuvvetleri envanterini de görebilirsiniz.

Habana’ya gidip görmeden geri dönülmemesi gereken bir yer de Devrim Meydanı, namı değer “Plaza De La Revolucion”. Bu bölgeye gitmek için bir taşıt edinmeniz gerekecek. Üç seçeneğiniz var; çoğu eski Amerikan arabası olan taksiler, hindistan cevizi kabuğunu çağrıştıran kaportası nedeniyle “coco taxi” denilen motosikletli taksiler ve adı üstünde bisikletten ibaret olan üç tekerlekli “bici taxi”ler. Plaza De La Revolucion devrim öncesi Cumhuriyet Meydanı olarak anılırmış ve tüm önemli siyasal olaylar ve kutlamalar burada gerçekleşirmiş. Halen de bu özelliğini sürdüren alanda Küba Bağımsızlığı, Küba Cumhuriyeti, Küba Devrimi’nin ilanları da vuku bulmuş. Örneğin okuma-yazma seferberliği de bu meydanda başlatılmış. Görkemli 1 Mayıs’lar da hep burada kutlanıyor. Meydandaki bakanlık binasının bir yüzünde Korda’nın çektiği ünlü Che fotoğrafının dev bir metal rölyef çalışması var. Bir diğer binada ise diğerleri kadar popüler olmasa da devrimin bir başka önemli ismi Camilio Cienfuegos’a ait benzer boyutlarda dev bir metal rölyefi görmek mümkün. Che’ye ait metal rölyefin karşısında ise Jose Marti’nin anısına dikilen dev bir anıt var. Che buradan “Hasta La Victoria Siempre” yani “sonsuza kadar zafer” diyerek meydanı ve meydanın ortasındaki kendisinin de fikir babası ünlü yazar ve Küba’nın kahramanı Jose Marti’nin anıtına selama duruyor. Jose Marti anıtının altında ona ait küçük bir müze mevcut. 140 metre yüksekliğindeki dikilitaş şeklindeki bu anıtın tepesine bir asansörle çıkılıyor ve şansınız yaver gider de hava puslu değilse sizi muhteşem bir Habana manzarası bekliyor.

Yazının başında da bahsettiğim gibi Havana çok büyük bir şehir ve bu şehri gezmeye en az üç-dört gününüzü ayırmış olmanız gerekiyor. Zira Malecon olarak tanımlanan sahil yolunu katederek şehri gezmeye kalkışsanız bile bir gününüzü geçirmeniz olası. Malecon, tuzlu okyanus suyunun harap ettiği, zamanında çok güzel oldukları aşikar yalılarla dolu geniş ve uzun bir sahil yolu. Evler gerçekten hala ihtişamlı ama bakımsızlıktan neredeyse acınacak haldeler. Sanıyorum bakımının da zor olması nedeniyle bu bölgedeki evlerin birçoğu terkedilmiş durumda. Bu bölgeyi gezme kısmını aslında akşama bırakmak daha doğru, çünkü yerel halkın sosyal mekanlarından biri olarak eğlenmek ve vakit geçirmek amacıyla özellikle akşam saatlerinde bu bölgeye akın ettiğini belirtmek gerek. Daha eğlenceli olabilir.

Havana’daki klasik kolonyal tarzdaki tek otel “Hotel Nacional”. Şehrin aslında en dikkate değer oteli de bu. 1930’da inşa edilmiş olan bu yapı devrim öncesi birçok Hollywood yıldızını ve devrin sonrasında da Küba tarihinin birçok önemli ismini ağırlamış bir yapı. Lobideki fotoğrafları incelerseniz çok uzun bir liste olan ünlü misafir kadrosu ile tanışabilirsiniz. Balkonlarının muhteşem Havana ve Atlantik manzarasına hakim olduğu bu otel halen yetmiş yıl öncesini atmosferini yaşıyor demek mümkün. Ve tabi bu otele gelmişken Havana’daki en lezzetli mojitoları içebileceğiniz birkaç duraktan birinde olduğunuzu belirtmeliyim. Yorgunluğunuzu atmak için bir şans olarak değerlendirin ve muhteşem okyanus manzarasına karşı palmiyeler altında mojitolarınızı yudumlamayı ihmal etmeyin.

Özellikle mimariye meraklı olanlar için Küba’nın geneli ve özellikle de Havana’da görülecek yerlerin sayısı gerçekten fazla. Diğer şehirlerde belli bir mimari tarzın hakimiyetinden bahsedilebilir belki ama Habana üzerinden Küba’nın mimari tarihini okumak mümkün. Son beş yüzyılda adaya gelmiş her mimari tarzın örneği Habana sokaklarında görülebilir. Barok, neoklasik, neogotik, art deko ve diğerleri gibi biraz da sallayarak sıralayabileceğiniz pek çok mimari tarzda yapı arzı endam ediyor(muş) Küba’nın bu yaşlı ama havalı başkentinde. Özellikle La Habana Vieja’da dokuz yüz adet binayı içine alan bir bölgenin 1982 yılında Unesco Dünya Kültür Mirası Listesine dahil edilmiş olduğunu da belirtmek gerek.

Bütün bu mimari çeşitliliğin süsü ise elbette sokaklarda tüm zerafetleriyle süzülmekte olan eski Amerikan arabaları. 1959 Devrimine kadar ABD’li zenginler Küba’ya renkli kumarhaneleri için akıyorlarmış ve beraberlerinde de en lüks otomobillerini yanlarında taşımayı ihmal etmemişler. Onların Sosyalist rejimden “kaçarken” geride bıraktığı otomobilleri ise Küba halkı altmış yıldır tamir edip edip kullanmakta. Bu otomobillerin hala yürüyebilmesini sağlayan ise babadan oğula geçen en değerli miras olan eski otomobil tamir bilgisi. Tabi böyle diyerek otomobillerin tamamının eski Amerikan arabaları olduğunu düşünmenizi de istemem. Bu araçların yanında şehirde çok sayıda Sovyet Rusya yapımı Lada ve son dönemde ülkeye giriş yapabilmiş olan başta Fransız arabaları olmak üzere daha az sayıda da olsa -Amerikan menşeili olmayan- tüm otomobil markalarına ait modelleri görmek mümkün. Ama neredeyse hiçbiri çok genç olmamak kaydıyla.

İşte bu atmosfer içerisinde zengin görseli tamamlayan en önemli unsur ise elbette ki müzik. Eğer latin müziğine biraz ilgiliyseniz sokaklarda çalınan herhangi bir parçaya aşina olmama ihtimaliniz yok gibi. Hatta birkaç günün sonunda tüm mekanlardaki “playlist”in aynı olduğu hissine bile kapılabilirsiniz. Yine de bu atmosfer içerisinde gittiğiniz her mekanda kendini bir “Bueno Vista Social Club” klibi içerisinde figüran hissetmek de güzel doğrusu. Turistik alanların dışına çıkıp yerel halkın eğlencesine katılmak isteyenlerin adresi ise “casa de la musica”lar. “Müzik evi” olmalarının yanında birçoğu fuhuş sektörüne de hizmet ediyor olan bu mekanlar arasından sıkı bir araştırma sonunda yerel halkın eğlenmek amacı ile gittiği bir mekan bulmanız ve dolayısıyla müzik ve dansa doymanız mümkün. Bu noktada bir ipucu vermek gerekirse içeride barda sıralı görünümde “mojito” içen –ki Havanalılar nadiren mojito içerlermiş, tercihleri sek romdan yana- genç kızların olduğu bir bar görüyorsanız bu müzik evininin fuhuş amaçlı olduğunu, kimsenin mojito içmediği bir bara denk geldiyseniz de gerçek bir müzikholde olduğunuzu anlayabilirsiniz.

Havana’da geçireceğiniz 3-4 günlük süre içerisinde günübirlik kaçıp palmiyeler, yeşil deniz ve beyaz kumun tadını çıkarmak için yarım saat uzaklıkta olan “plaja del este”ler yani doğu plajları görülmeye değer. Genel şehir turunuzu bitirdikten sonra bir takım nokta atışlar yapmak da mümkün elbette. Örneğin İsa Heykeli’ne gidilip Havana manzarası karşıdan izlenebilir, Museo De Bellas Artes yani Güzel Sanatlar Müzesi gezilebilir, Obispo Caddesi’nde yer alan Ambos Mundos Otelinin terasında güzel bir akşam yemeği yenilebilir, La Rampa Caddesi’ndeki “La Zorra y El Cuervo” caz barına uğranabilir, Park Central’deki kafelerden birinde oturup Down Town trafiği seyredilebilir, Melia Cohiba Oteli’ndeki pizza restoranında İtalyan mutfağı ile hasret giderilip Plaza Vieja’daki Avusturya birahanesinde demlenilebilir, bir başka akşam yemeği de “Strawberries & Chocolate” filmine mekan olmuş Centro Habana’daki La Guarida restoranında yenilebilir ve eğer ziyaretinizin tarihi denk gelmişse her ayın son pazarı Almandares nehrindeki amfi tiyatroda tüm öğleden sonra süren caz konseri de izlenebilir.

Aslında çok da büyük olmayan bir ülke olmasına karşın gezilip görülmesi gereken çok fazla şehir ve mekan olduğundan bahsetmek mümkün. Bunun için ya toplu taşım araçlarını kullanmanız, ya araç kiralamanız ya da bir taksi ile anlaşmanız gerekecek. Toplu taşım hem ulaşım konforu olmaması, hem de saatlerinin yeterli sıklıkta gerçekleşmemesi nedeniyle pek de önerilecek bir seçim değil doğrusu. Şehirlerarası yollarda tabelalandırma çok başarılı olmadığı için araç kiralamak da yine aslında çok iyi bir fikir gibi görünmüyor doğrusu. Sıkı bir pazarlıkla bir taksici ile anlaşmak sanırım en doğru seçim olmalı. Böylece kaybolma riskini bertaraf edip bir de kendinize yerel bir rehber edinmiş olma şansınız olacaktır.

Adanın batı ucunda yer alan Pınar del Rio bölgesi kırsal yaşamı ve adanın doğal güzelliklerini merak edenler için iyi bir tercih. Bu bölge dünyanın en iyi tütünün yetiştirildiği yer olarak biliniyor. Pinar del Rio yollarına düşüp bu zahmete girdikten sonra ise Vinales vadisinde sizi dünyanın en büyük tablosu karşılayacak. Çok büyük bir kireç taşı kayasının sarp yamacına yapışmış olan 180 metre genişliğinde, 120 metre yüksekliğinde, evrimi konu edinen “El Mural De La Prehistoria” isimli 1961 tarihli bu fantastik resmin yaratıcısının adı ise Gonzales. Ters istikamette adanın batısına doğru yönelirseniz ise mutlaka görülmesi gereken üç durak sırasıyla Cienfuegos, Santa Clara ve Trinidad şehirleri. Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre

Cienfuegos 125 bin nüfusa sahip bir şehir. Küba’nın en açık tenli insanlarının yaşadığı bu kent hem halkı, hem coğrafi konumu, hem de sakinlerinin denizle ilişkisini belirleyen kordon boyu nedeniyle bizim İzmir’e benziyor biraz. Kordonda çok şık ve estetik evler mevcut. Kolonatların en zarif örneklerini yine burada görmek mümkün. Şehirde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri de mezarlarının üstü sıradışı heykellerle donatılmış olan Reina mezarlığı. Tomas Terry adlı tiyatro binası ve kordon boyunda yer alan Valle Sarayı ise gerçekten çok etkileyici. Gotik ve Barok izler taşıyan bu saray biraz şaşırtıcı olacak ama Endülüs mimarisinin etkisi altında yapılmış ve ahşap malzeme haricinde herşey eski kıtadan taşınmış. Cienfuegos’un devrim tarihindeki önemli olay ise kısmen devrimcilerin etki alanına giren orduda Batista’ya karşı ilk ayaklanmanın buradaki donanma subayları tarafından gerçekleştirilmiş olması.

200 bin nüfuslu bir başka Küba şehri olan Santa Clara ise zamanında yaşadıkları Remeidos denize yakın olduğu için sıklıkla gerçekleşen korsan saldırılarından bıkan kent sakinleri tarafından yeni güvenli bir yerleşim yeri olarak denizden içeride bir alanda konumlanmış bir şehir. Bu şehrin devrim tarihindeki önemi büyük. 1958 Aralık’ının sonunda şehri kuşatan Che’nin gerillalarını durdurmak için gelen Batista’nın silah, asker ve mühimmatı ile dolu tren şehrin girişinde durdurulmuş. Askerler esir edilirken silah ve mühimmat gerillanın eline geçmiş ve hemen akabinde de şehir düşmüş.  Böylece Küba ikiye bölünmüş olunca merkezi hükümetin ülkeyi kontrol etmesi de imkansız hale gelmiş. Santa Clara düşünce Batista her şeyin bittiğini anlamış ve o akşam özel uçağı ile Dominik Cumhuriyeti’ne kaçmış. Santa Clara, Batista yönetimine konulan son noktanın simgesi olduğu için “Devrimin Kenti” ismini de hakediyor. Yine aynı sebepten Bolivya dağlarında öldürülen Che’nin cenazesi yıllar sonra ortaya çıkarılınca silah arkadaşları ile birlikte bu kentte adına yapılan mozoleye getirilmiş. Bu mozolede Che’ye askıdaki kırık kolu ve tüfeği ile dağda birliğinin başında yürürken gösteren bir anıt heykeli var. Mozole oldukça sade ve alçakgönüllü ama bir o kadar da etkileyici. Önünde yer alan eternal (sonsuz) ateş hem Che’nin, hem de devrim ve bağımsızlık için hayatını kaybetmiş tüm meçhul askerlerin ölümsüzlüğünü simgeliyor. Heykelin altındaki bölmede ise Che Guevara’nın ve silah arkadaşlarının kemikleri küçük kutular içinde duvarlara gömülü halde. Mezarlığın karşı kısmında ise Che’nin özel eşyaları, fotoğrafları, silahları ve mektuplarının olduğu koleksiyonu barındıran oldukça zengin bir müze de mevcut. Küçük bir dipnot: içeride fotoğraf çekmek yasak. Sadece bu değil her türlü elektronik cihaz ve çanta ile giriş izni de yok. Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre

Doğuya olan yolculuğunuzda önereceğim son durak ise Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’nde koruma altına alınmış olan, zaten renkli bir ülke olan Küba’nın en renkli şehri, Trinidad. Küba’nın en iyi korunmuş sömürge dönemi şehri olan eskilerin zengin ve aristokrat kenti Trinidad Arnavut kaldırımı döşeli sokakları, pencereleri boyalı parmaklıkları, evlerin at arabaları için açılıp kapanacak büyüklükte ahşap kapıları olan garajları ve bu büyük kapıların üzerinde menteşelenmiş, yalnız insan geçişi için kullanılan küçük ahşap kapıları, artistik balkonları, ferforje ızgaraları, evlerin rengarenk duvarları ve meşhur kulesine çıkınca bir çatı denizi manzarası veren parabolik iç bükey çatıları ve diğer şehirlere kıyasla daha bir sıcak ve sempatik insanlarıyla tam bir cümbüş ve adeta açık hava fotoğraf çekim platosu. Zenginlik ve aristokrasinin izlerini kent içinde attığınız her adımda hissetmek mümkün. Peki bu zenginliğin kaynağı ne diye soracak olanlara cevabım şeker kamışı plantasyonları. Aristokratlar da aslında dönemin toprak ağaları doğal olarak. İşte bu Kübalı ağalar için ne kadar çok toprak o kadar çok köle; e haliyle bunca insan kalabalığı da güvenlik, kontrol ve denetim meselesi demekmiş. Toprak ağaları da bu amaçla şeker kamışı tarlaları ortasına gözetleme amaçlı kuleler inşa etmişler. Kölelerin çalışma düzeni, kaçıp kaçmadıkları ve asayişin berkemalliği bu kuleler aracılığıyla denetlenmiş. Bunların en ünlüsü ise şehrin çıkışında olan “Torre De Manaca Iznaga”. 44 metre yüksekliğinde ve yedi katlı olan kule ise turistler için kentin alamet-i farikası. Trinidad’a yolunuz düştüyse mutlaka konaklamanızı önereceğim. Çünkü şehir merkezindeki büyük kilisenin yanındaki meydanda geceleri verilen salsa partilerini kaçırmanızı istemem doğrusu. Bir bakıma bizim köy meydanlarındaki büyük kahveleri çağrıştıran alanda sanki her gece bir köy düğünü kalabalığı var ve horonlar tepilirmiş gibi düşünün. Sonra Küba’daki folklorik müzik ve dansların aslında salsa, rumba ve bachata olduğunu hatırlayın hemen. Bu resime çay yerine de daiquiri servisi yapılan bir meydan kafesini de ekleyin. Şimdi hayal etmek mümkün sanırım. Yerel halk ile turistlerin Latin danslarıyla kaynaştığı bu mekanda bulunmak size bir kez daha “iyi ki gelmişim” dedirtecek şey olacak. Madem bu cümbüşte yerinizi aldınız, “dans etmeden dönmek olmaz” diyerek Trinidad’a son noktayı koyalım. Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre

Eğer Küba’ya bir tur şirketi vasıtası ile gitmişseniz büyük ihtimalle uğrayacağınız duraklardan biri de Varadero olacak. Ama eğer kendi imkanlarınızla Küba’yı gezmek için yola çıktıysanız size bu durağı tavsiye etme niyetinde değilim. Çünkü Varadero’da belki de dünya üzerinde eşine az rastlanabilecek bir coğrafi güzellik olsa da Küba’nın ruhuna ait bir şey bulma ihtimaliniz çok zayıf. Gerçekten de Küba’nın geneline baktığında bu toprak parçasının Küba’ya en fazla omurgası kırılan bir adama yerleştirilen bir titanyum protez kadar ait olduğunu söylemek mümkün. Kübalılar için Varadero’nun anlamına gelirsek eğer, bu “otel şehir” aslında yerli halk için sadece büyük ve modern bir ofisten ibaret. Kübalılar oraya kafileler halinde servis otobüsü ile sabah gelip gece otelde nöbetçi değillerse eğer akşam yine kafileler halinde servis otobüsleri ile ait olduğu gerçek Küba’ya dönmekteler. Çalışanlar dışında Küba halkının girişine izin verilmeyen bu bölge için bir kısım Kübalı; nimetlerinden faydalanamadıkları için biraz heves, biraz da küskünlükle bahsedecek konusu açılınca, bir kısmı da bu otel şehri yüzlerini buruşturarak bir tür kirletilmiş duygusunu size geçirerek söz konusu edecek, şaşıracak pek bir şey yok. Varadero gerçekten Küba’da biraz iğreti duran bir bölge. Belki de tam tersi bilemiyorum.

Burası bir tatil şehri. 20 kilometre uzunluğunda, ortalama 500 metre genişliğinde, kuzey cephesinde en az 30-40 metre genişliğinde bembeyaz kumsallar, masmavi, tertemiz, berrak bir deniz barındıran ince uzun bir burun şeklinde -coğrafi tanımı kıstak- olan bir anakara çıkıntısı. Her daim sıcak bir hava, şansınız yaver giderse yunuslarla yüzme ve dalma dahil her türlü su sporunu yapma fırsatı, golf sevenler için harika bir saha, sabahlara kadar salsa ve rumba yapma imkanı veren gece kulüpleri, her şey dahil tatil köylerinde su gibi içilen pinacolado’lar, Cuba libre’ler, daiquiri’ler ve mojito’lar ile gerçek bir tatil cennetinden bahsediyoruz aslında. Zaten buranın asıl müşterileri de Doğu Avrupa ülkeleri, Rusya, Kanada ve Türkiye’den gelen turistler. Belki diğerlerini anlamak mümkün ama Türkiye gibi Belek benzeri çok sayıda benzer tatil mekanı barındıran bir ülkeden yola çıkıp bunca zahmete girdikten sonra Küba’ya gelip burada vakit kaybetmek eğer gezgin ruhlu ve keşfetmeye meraklı iseniz çok akıl karı değilmiş gibi duruyor. İşte bu yüzden benim size önerim bunca vakit geçirdiğiniz bir ülke ile ilgili kafanızda oturan imajın daha “gerçek” kalabilmesi için Varadero’yu pas geçerek ülkenin diğer şehirlerinde daha çok vakit geçirmek, tercih sizin. Yine de bunca yol ve yorgunluğu atmak üzere Habana’ya da oldukça yakın sayılabilecek bir noktadaki Varadero’da bir iki gün dinlenip palmiyeler altında romlu kokteyllerle rahatlamak isteyenleri de anlayabilirim elbette. Adı üstünde tatildesiniz.

Hasta el siguiente articulo. Nos Vemos! 😉 Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre Cuba Libre

Başa dön tuşu