Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.

Hayata tutunan mucize: Frida Kahlo

 

Frida Kahlo by Nickolas Muray
Frida Kahlo by Nickolas Muray

“Gün ışığını görünceye dek isyanın coşkusuyla dolup, böyle bir ateşin ortasında doğdum ben. Gün kavurucuydu ve o gün, tüm yaşamım boyunca beni sarıp sarmaladı. Çocukken bir kıvılcım gibi çıtırdadım. Büyüyünce tepeden tırnağa alev kesildim. Ben bir devrimin kızıyım buna hiç şüphe yok, bir de atalarımın taptığı ihtiyar ateş tanrısının…” Frida Kahlo

Meksika ressamlarının en büyüğü, kelimelere sığmayan bir kadın… Tutkuyla bağlandığı hayatını tüm acılara rağmen sürdürmeyi tercih etti. Hayatın ona getirdiği zorlukları, onlara yenilip “acı çekmek” yerine ölümsüzlüğüne açılan kapının anahtarı olarak kullandı. “Gerçekçi bir sürrealist” olmasının yanı sıra onu diğer ressamlardan ayıran özelliklerinden biri de buydu. Herkes için başka bir kavramın simgesiydi. Kimileri için “büyük” aşkı Diego’ya olan hisleri ve onun uğruna yaptıklarıyla tutkunun, kimileri için çocukluğundan itibaren yaşadığı zorluklar yüzünden acının, kimileri için siyasi görüşü ve asiliği ile devrimin, kimileri için tüm dünyanın hayran kaldığı resimleri nedeniyle sanatın, kimileri için “her şeye rağmen” yaptıklarıyla umudun simgesi Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon…

“Uçmak için kanatlarım varken niye yürümek için ayaklar isteyeyim ki?”  

1907 doğumlu olmasına rağmen, Meksika devriminin gerçekleştiği 1910 yılını doğum günü olarak ilan etmesiyle “devrimin asi kızı” olarak anılmaya başladı Frida. Kendi doğumunu ülkesinin doğumuna bağlayan ressam 6 yaşında çocuk felci geçirerek topal kalmasıyla başlayan ve yüreklere “ateş” düşüren acı dolu hayat hikayesinin filmleri çekildi, kitapları yazıldı. Başına ne gelirse gelsin, hayata bakış açısından taviz vermeyen Frida Kahlo, sevgi dolu ailesinin en zeki çocuğuydu. Tıp okuyacak ve doktor olacaktı. Babasının desteği ile başlayan tıp eğitimi süresince her zaman başarılı bir öğrenciydi. Okulda dahil olduğu edebiyat grubuyla birlikte sanat, felsefe gibi alanlara da ilgi duymaya başladı. Okuyarak, araştırarak her şeyi anlamaya çalışarak sürekli kendini geliştirdi. Ancak ailesinin yaşadığı ekonomik sıkıntılar yüzünden okula devam edemedi ve onlara destek olmak için babasının matbaacı bir arkadaşının yanında çalışmaya başladı. Burada ressamlık konusundaki yeteneklerini keşfetmiş olması ise onun için bir hobi bulmuş olmaktan başka hiçbir anlam ifade etmiyordu. 19 yaşına geldiğinde, hayatının dönüm noktalarından biri daha gerçekleşti.

Yıllarca yatağa bağlı yaşamasına ve tam 32 ameliyat geçirmesine neden olan o korkunç kazayı yaşadı. Bir tramvay ile çarpışan o otobüste olmasının nedeni ise şemsiyesini kaybettiğini fark ederek, onu aramak için bir önceki otobüsten inmiş olmasıydı. Kazada aldığı yaralardan sonra asla çocuk sahibi olamayacak, belki de bir daha asla yürüyemeyecekti. Otobüsteki demir borulardan biri leğen kemiğini delerek vücuduna saplanmıştı. Hastaneye götürüldüğünde köprücük kemiği ile birkaç kaburgası kırıktı. Sağ bacağı 11 yerden ezilmiş, leğen kemiği de üç yerinden ağır darbeler almıştı. Bir ay boyunca hastanede kalan Frida, neredeyse parçalara bölünmüştü ve yaşaması doktorlar tarafından da imkansız olarak görülüyordu. Omurgası ve bacağı sürekli sızlıyor, acılar içinde kıvranıyordu. Bir ay sonra taburcu edilip hayatına, evinde yatalak olarak devam etti.

Ne acılarını dindirecek bir çare bulabiliyor, ne de yaşamaktan vazgeçiyordu. Ailesinin ekonomik durumu ise her geçen gün biraz daha kötüye gidiyordu. Her olumsuzluk ardı ardına dizilmiş, Frida’nın hayatını zorlaştırmak için uğraşıyordu sanki. Kendi deyimiyle “uçmak isteyen ama uçamayan bir kuş”tu o. Ailesinin, artık yaşam alanı olan yatağının tavanına astığı aynada kendi halini gören Frida ilk anda dehşete kapılsa da; daha sonra o görüntüye alıştı ve gördüklerini, dinmeyen ağrılarına inat, en hayat dolu renklerle resmetmeye başladı. Küçük bir şemsiyenin insanın kaderini, planladığından bambaşka bir yola çevirebileceğinin kanıtı o trajediden sonra herkes Frida’nın ölümünü beklerken; o, küllerinden doğan bir anka kuşu gibi yeniden doğdu ve kendini tüm acılarını renklerden çıkaracağı yeni bir hayatın kollarına bırakmıştı. Yaptığı tam olarak, çocukluğundan itibaren duygularını harekete geçiren her anı, aklındaki her şeyi, tüm gerçekliklerini tuvale dökmek ve anlık da olsa çektiği ağrıları yok saymaktı. Hastalığı onu yatağa, resim ise hayata bağlıyordu. İlk portresini, kaza günü aynı otobüse bindikleri ilk aşkı Alejandro’ya armağan etti. 1927 yılında gerçekleşen mucize ile yürümeye başlayan Frida, uzun süre ölümü beklediğini sandığı yatağından bir ressam olarak kalktı.

“Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam.”

Frida için ressam olarak devam edeceği hayatında yeni bir dönem başlamıştı. Sanat ve politika çevrelerinden insanlarla tanışıyor, davetlerde gösteriyordu. Politik görüşüne uygun olarak, 1929 yılında Meksika Komünist Partisi’nin resmi bir parçası oldu. Ulusal Hazırlık Okulu yıllarında görüp, yanındaki arkadaşlarına “Benim ondan bir çocuğum olacak” dediği Meksika’nın Michelangelo’su olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile tanışmak için kolladığı fırsatı da bu dönemde yakaladı. Hiçbir zaman çocuğu olmadı ama dünyadaki en büyük aşkı, diğer yarısı olduğuna inandığı, hakkında günlüğüne “Başlangıç Diego, Yapıcı Diego, Çocuğum Diego, Ressam Diego, Babam Diego, Sevgilim Diego, Kocam Diego, Dostum Diego, Anam Diego, Ben diego, Evren Diego” yazdığı Diego Rivera ile 1929 yılında evlendi. Çirkinliğini büyük bir asaletle taşıdığı konusunda tüm kadınların hemfikir olduğu Diego ile ailesinin karşı çıkmasına rağmen yaptığı bu evlilik, Frida’ya hayatının hem en güzel hem de en acı günlerini yaşattı.

Frida’yla birbirlerini aldattıkları bir ilişkileri vardı. Kocasının onu aldattığı kadınlar arasında kendi kız kardeşi bile olan Frida ve Diego bir kez boşanmış olmalarına rağmen, tutkulu aşkları onları yeniden bir araya getirdi. “Güzel” tanımına uygun bir kadın değildi Frida. Bu konuda hiçbir zaman da iddialı olmadı ama her zaman ilgi çekmeyi başardı. Olağanüstü olarak tanımlanan eserleri dışında hiç almadığı, şekli kırlangıça benzetilen kaşları, giyimi, duruşu, tavırları ile insanları kendine hayran bırakıyordu. Adını kısa süre içinde tüm dünyaya duyurmuştu. Acılarıyla beslediği üstün yeteneği, Diego başta gelmek üzere birçok ünlü ressam tarafından kabul edilmişti.

“Rüyaları asla resmetmedim. Canlandırdıklarım benim gerçeklerimdi.”

Ona yapılan “sürrealist ressam” yakıştırmaları ona göre bir suçlamaydı. Çünkü o rüyaları değil, yalnızca kendinin ve dünyanın tüm gerçeklerini renklerle anlatıyordu. Ünlü ressam Pablo Picasso’nun, eserlerinin büyük kısmı otoportre olan Frida için “Hiçbirimiz onun çizdiği gibi insan yüzü çizemeyiz” dediği söylenir. “Çerçeve” isimli otoportresi Louvre Müzesi’nde sergilenen Frida’nın, temeline gerçeklik tohumları ektiği eserlerinin her biri göründüğünden çok daha derin anlamlara sahipti. Resim yapmaya başladığı andan itibaren “gündüzlerimin ve gecelerimin celladı” olarak adlandırdığı aynasından yansıyan her görüntüyü resmetti.

Çoğunluklu olarak kendi portresini yapıyor olmasını da, en iyi tanıdığı insanın kendi olmasına ve yalnızlığına bağlıyordu. Anne olamayışının verdiği acıyı ve bu duyguyu hafifletmek için beslediği evcil hayvanlarını, köklerine olan bağlılığını, ülkesinin toplumsal gerçeklerine duyarlılığını, asi ve devrimci ruhunu, feministliğini, aşklarını, acılarını, tutkularını… Kısacası Frida’yı Frida yapan her özelliği tablolarına taşıdı. Doktorların yataktan kesinlikle çıkmaması gerektiğini söylemeleri üzerine, kendi kişisel sergisine yatağıyla birlikte gidebilecek kadar “özel” bir kadındı Frida Kahlo.

Kendi yaşamında verdiği “hayatta ve ayakta” kalma mücadelesini, ülkesinin özgürlüğü ile harmanlamış; her yönüyle kültürel ve sanatsal bir “ikon” olmayı başarmış, sınırların ötesindeki ressam. Her dönemin, her kadının, her kültürün simgesi; insanın istediği takdirde yaşamak için her zaman bir sebep bulabileceğinin en renkli kanıtı. Günümüze kadar gelen ve geleceğe uzanan izlerinin peşindeki birçok ünlü isim arasında, evinde ona ait yaklaşık 50 tabloyu bulundurduğu söylenen hayranı Madonna, hakkında yapılan filmde onu başarıyla canlandıran Salma Hayek, albümünde ve hayat tarzında etkilerinin görüldüğü Nazan Öncel bile var.

“Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım.”

50’li yıllarda bacağının kangren sebebiyle kesilmesi, bağışıklık sisteminin zayıflaması ve akciğer hastalığı nedeniyle yeniden yatağa bağlandı. Ameliyatlar, ilaçlar, doktorlar hayatından hiç eksik olmadı. 1954 yılındaki ölümünden bir süre önce yaptığı son resmine verdiği “Yaşasın Yaşam” ismi, hayata karşı takındığı alaycı tavra yakışır acı bir kahkaha gibiydi. Frida hiçbir zaman “hasta” olduğunu kabul etmedi. Sadece paramparça bir bedene sahipti ve resim yapabildiği sürece bu bir sorun değildi. Acılarına yenilmek yerine onlarla olgunlaşmayı seçen Frida, aşkına ve sanatına olduğu gibi hayata da tutkuyla bağlıydı.

Doğduğu, küllerinin saklandığı ve şu anda müze olan “Mavi Ev”de öldü. Her şeyi yazdığı günlüğünün son sayfasındaki “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım.” sözüyle intihar etmiş olabileceğinden şüphelenilse de, bu onu tanıyan hiç kimsenin ona yakıştıramayacağı bir durumdu. Ne fiziksel ne de duygusal acılarına yenilmeden, tam anlamıyla başarılı bir hayat sürdü Frida Kahlo. Neşeli görünümünün altında sakladığı utangaç çocuğu hiçbir zaman büyütmedi. Kendi ve ülkesi adına hep direnmeyi tercih etti. Yalnızca kitaplara, filmlere, belgesellere değil; umutsuzluğunda kaybolmuş tüm insanlara ilham olacak bir yaşamın sahibiydi. Yaşamak için girdiği ateşli savaşı tek başına kazandı. Ödülü ise “ölümsüzlük” oldu.

Yazı: Ferhan Petek
Başa dön tuşu