Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.

Bir şehirden fazlası: Barselona

1992 Olimpiyat Oyunları sonrasında adeta yeniden doğan bir İspanyol kentine, İspanya’nın başkenti Madrid’e Ankara dersek, bu diyarların İstanbul’u olarak rahatlıkla nitelendirebileceğimiz Barselona’ya gidiyoruz.

Bakmayın siz İspanyol kenti dediğime; aslında Barselona İspanya’nın on yedi özerk bölgesinden biri olan Katalunya’nın başkenti ve muhtemelen İspanya’nın en İspanyol olmayan şehri. Hatta laf aramızda Barselona nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Katalanlar da İspanyol olarak nitelendirilmekten pek hoşlanmıyorlar. Katalanca doğal olarak bölgedeki anadil; İspanyolca ikinci lisan. Barselona’da ve elbette Katalunya’nın diğer bölgelerinde göreceğiniz tabela ya da bütün yönlendirme işaretleri de bu sebeple iki dilde yazılıyor. Katalanca, İspanyolcaya benzeyen ancak daha çok Fransızcanın etkisinde kalmış, kabaca İspanyolca ve Fransızcanın bir karışımı olarak nitelendirilebilecek bir dil.

Barselona tarih boyunca isyankâr bir toplum olan Katalanların isyankâr başkenti olmuş. Nitekim hala resmi binaların yanı sıra sivil birçok bina ve kuruluşa ait binada da İspanya bayrağından daha fazla Katalan bayrağı görmek mümkün. Meşhur Hannibal’ın babası Romalı General Kartacalı Hamilcar Barca tarafından kurulan –ki görüldüğü üzere şehre ismini de vermiş bu zat- şehir, küçük ama bağımsız bir krallık olarak bir süre varlığını korumuş hatta sınırlarını genişletmiş. Kral Ferdinand’ın İspanyol kraliçesi Isabella ile evlenmesi sonucu İspanyol Krallığı’na katılarak başkentliği Madrid’e devretmiş. Sonrasında geçen altı yüzyıl boyunca da Barselona bir türlü eski huzurunu bulamamış. Katalanlar, merkezi Kastilya yönetimine defalarca isyan etmiş. Hatta Napoleon İspanya’yı işgale kalkıştığında onunla birlik olmayı bile göze almışlar. Ancak sonuç yine hüsran olmuş. İspanyol yakın tarihinin en büyük kara lekesi olan General Franco döneminde Katalanlar çok zor zamanlar geçirmişler. Katalancanın kullanılması okullarda, iş yerlerinde, hatta evlerde bile yasaklanmış ve Katalan kimliği yok edilmeye çalışılmış. Ancak bütün bu baskılar Katalanları yıldırmamış, her şeye rağmen kültürlerini korumayı başarmışlar. Bu direniş yıllarında Katalan kültürünün en önemli sembolü hiç tartışmasız FC Barcelona olmuş. Bahsettiğimiz sadece bir futbol kulübü ya da bir stadyum değil. Katalan halkının General Franco’ya karşı direnişinin temsilcisi olan kulüp, tarih boyunca bu siyasal ve sosyal görevi üstlenerek adeta bir milli takım havası ile formasına reklam almayı reddetmiş (bu geleneği sadece Unicef’e yardım etmek için bozduğunu biliyoruz). Nitekim daha sonra da bahsedeceğim Camp Nou’yu gezerseniz tribünlerde yazılı Katalanca “MES QUE UN CLUB” yani “bir kulüpten fazlası” sloganı, sanırım her şeyi anlatmaya yeterli. İşte bu nedenlerle Katalanlar 1975’te Franco’nun ölümü ile biten baskı döneminde takıma, adeta kimliklerine sahip çıkar gibi sarılmışlar. General Franco’nun ölümü sonrası Kral Carlos’un dönüşü ile Katalanca bir kez daha serbest bırakılmış ve Barselona kenti 1992 Olimpiyat Oyunları ile adeta yeniden ayağa kalkmış. Oldukça bakımsız durumda ve ‘kirli’ olan şehir, bu organizasyon sayesinden neredeyse tamamen makyajlanmış, temizlenmiş ve hatta sahil şeridi tekrar inşa edilerek muhteşem bir hale getirilmiş.

 

Barselona’ya gittiğinizde, orada olmanın verdiği coşkuyla İspanyolları çok sevdiğinizden, İspanyol kültürüne hayran olduğunuzdan filan bahsetmeye kalkarsanız baltayı taşa vurursunuz, benden söylemesi. Katalanların sempatisini kazanmak için böyle büyük bir çabaya girişmenize de gerek yok zaten. Sebebini çok net açıklayamamakla birlikte Avrupa sınırları içerisinde TC vatandaşı olarak sempati ile karşılaşacağınız ender duraklardan biri olduğunu söyleyebilirim.

Katalanlar İspanyanın diğer özerk bölgelerine kıyasla göreceli olarak sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan daha gelişmiş olduklarından mıdır bilinmez, oldukça liberal ve hoşgörülü bir toplum. Farklılıklara saygı gösteren ve hatta farklılıkları korumaya çalışan bir yapıları var. İşte bu nedenle şehirde çok kültürlü bir havanın olduğunu söylemek yanlış olmaz. 1992 Olimpiyatlarının gerçekleştirildiği yılda 30 bin kişi civarında olan yabancı nüfus, 2010 yılında 300 bine ulaşmış. Dolayısıyla şehirde kalıcı olarak yaşayanların yüzde yirmisini yabancılar oluşturuyor.

İspanya’nın olduğu kadar aslında Avrupa’nın hatta belki de dünyanın en renkli ve görülmeye değer şehirleri listesinde üst sıraları zorlayan bir yerden bahsediyorum. Yılda 30 milyon yolcunun geçiş yaptığı Barselona Havalimanı ile şehre adeta turist yağıyor. Londra, Paris ve Roma’dan sonra Avrupa’nın en fazla ziyaret edilen dördüncü şehri olan Barselona, büyük olasılıkla bu yazıyı okuyanların birçoğunun zaten gezip gördüğü bir şehir olmalı. Dolayısıyla henüz gitmemiş olanların aklını çelmenin tam vaktidir. Kendi imkânlarınızla, rezervasyonlarınızı önceden yaparak kolaylıkla bir Barselona seyahati planlamanız mümkün. Uğraşmak istemeyenler onlarca tur şirketinin neredeyse yılın her haftası gerçekleştirdiği bol alternatifli Barselona turlarından birine katılmayı da tercih edebilirler.

İspanya’nın kuzeydoğusunda, Fransa’ya yakın sayılabilecek bir bölgede, Akdeniz kıyısında yer alan bu liman kenti, beklentiniz ne yönde olursa olsun bunu karşılayabilecek potansiyele sahip. Futbol meraklılarının ilgisiz kalamayacağı FC Barcelona’nın mabedi Neucamp da; sanata ve mimariye düşkünlerin kutsal Katalan dörtlüsü Gaudi, Miro, Picasso ile Dali’in eserleri ve müzeleri de; alışveriş tutkunu kadınlar için başta Zara olmak üzere dünyanın en popüler mağaza zincirleri de; eğlenceye ve gece hayatına düşkünler için oldukça renkli envai gece kulüpleri ile Flamenko şovları da; deniz, kum ve Akdeniz güneşi olmadan tatil yapamam diyenler için Barcelonata plajlarında şehir merkezinden denize girme imkanı da; midesine düşkün olanlar için özellikle deniz ürünleri başta olmak üzere zengin Akdeniz mutfağının enfes lezzetleri de; çocuklar ve içindeki çocuğu koruyabilmiş yetişkinler için Avrupa’nın en büyük tematik akvaryumu ve Disneyland’a rakip oyun parkı Port Aventura da burada.

Konaklamak için bütçenize uygun bir yer bulmakta zorlanmayacağınızı söylememe gerek yok sanırım. Bu noktada önerim, her ne kadar bütün Avrupa kentlerinde olduğu gibi çok gelişmiş bir metro ağı olsa da şehrin önemli noktalarının merkezinde sayılabilecek Katalunya Meydanı’na yakın bir otel tercih etmeniz. Bu tercihi yaparken yıldız sayısına fazla takılmayın; nitekim otelde gerçekten az vakit geçireceksiniz. Bu defa diğer bütün seyahatlerinizdekinden daha fazla yapılacak şey, daha çok görülecek yer var. Yollara düşmeden önce yanınıza sadece ihtiyacınız kadar nakit para almalı, mümkünse bunları farklı ceplerinize dağıtmalı ve pasaportunuzu otelde güvenli bir yerde bırakmalısınız. Çünkü bu güzel gülün dikeni de var maalesef; aldığı yoğun göç ve yüksek işsizlik oranları nedeniyle kapkaç olayları epey fazla. Tadınızı kaçırmadan ve hevesinizi kırmadan Barselona’da özellikle motosikletli kapkaç olaylarının diğer büyük şehirlere kıyasla biraz daha sık meydana geldiğinin altını çizmeliyim.

Barselona’yı keşfetmek için size önerim her zaman olduğu gibi tabanvay marifetiyle, gerektiğinde metro ağını kullanarak şehri tavaf etmeniz olacak. Metro ve diğer toplu taşıma araçlarında kullanmak üzere turistler için hazırlanmış olan, seyahat sürenize göre çok çeşitli ve sınırsız kullanım hakkı veren kartlardan almak akıllıca bir tercih. Daha az zahmetle şehrin turistik alanlarını gezmek isteyenler, gerçek bir turist modunda dolaşmayı ve alacakları çoklu biletle istedikleri yerde inip gezdikten sonra kaldıkları noktadan devam edebilecekleri üstü açık tur otobüslerini, yani ‘Bus Turistica’ları tercih edebilirler pek tabii.

1865’te yapılan ızgara şeklindeki şehir planına sadık kalınarak geliştirilen ve hayranlık uyandırıcı bir şehircilik anlayışına sahip olan Barselona, haritayı elinize alıp cadde isimlerini takip ederek hiç kaybolmadan her yeri gezebileceğiniz bir şehir. Önerime uyup Katalunya Meydanı’na yakın bir yerde konumlandıysanız şehre hemencecik adapte olmanızı sağlayacak olan caddeye, meşhur Las Ramblas’a çok yakınsınız demektir. Şehri İstanbul’a benzettik madem ‘Plaça de Catalunya’yı Taksim Meydanı’na, Las Ramblas’ı da İstiklal Caddesi’ne benzetmek en doğrusu. Bir farkla, uzunluğu 3 kilometreyi bulan bu caddenin sonunda sizi tünel benzeri bir alan değil Akdeniz kıyısı bekliyor olacak. Adını Arapça kökenli bir kelimeden alan bu cadde; eskilerde kelimenin anlamının da işaret ettiği gibi bir nehir yatağı iken, günümüzde, iki yanını çevreleyen olağanüstü mimari güzellikteki binalar, aklınıza gelebilecek her türlü mağaza, kafe, restoran, bar, iki yanında sıralı ağaçlar, banklar, büfeler, sokak çalgıcıları, mim sanatıyla meşgul performans sanatçıları, turistler, yerel halk ve dünyanın her milletinden insan selinin oluşturduğu bir büyük enerji koridoru adeta. Victor Hugo’nun “dünyanın en güzel caddesi” olarak tanımlamayı uygun gördüğü Las Ramblas, tıpkı İstiklal Caddesi gibi neredeyse yirmi dört saat canlılığını koruyan ve enerjisini hiç kaybetmeyen bir bölge.

Barselona’da ne kadar vakit geçireceğiniz size kalmış ama geri döndüğünüzde, vaktinizin büyük çoğunluğunun hiç farkında olmadan Las Ramblas ve civarında geçtiğini fark edeceksiniz. Bu yüzden ilk turunuzda fazla oyalanmadan, nasılsa geri döneceğinizi bilerek bir resmigeçit ile güne başlamak iyi fikir. Bu bitmez tükenmez görünümlü caddeyi dolaşırken deniz yönünde sağınızda göreceğiniz canlılığı ve kalabalığı ile sizi içine çekecek olan kapalı pazaryeri ise XIX. yüzyıldan kalmış olan, yerel halkın ‘La Boqueria’ olarak adlandırıldığı Mercat de Sant Josep’tir. Balık ve sebze meyve pazarı olan La Boqueria’da taze ve kurutulmuş balıklar ile her türlü deniz canlısı, et, sosis, tropikal meyveler, meyve salataları, sebzeler, her türlü baharat, kurutulmuş domatesler, biberler, örülmüş sarımsak demetleri, türlü tatlılar, reçel ve şekerlemeler küçük dükkânlarda müthiş bir düzen ve özenle satılmakta. Ayrıca bir takım küçük restoran ve kafeler de mevcut. Barselona’ya gelip uzunca vaktinizi bir pazaryerinde geçirdiğinize ve bu renkli tezgâhların önünde fotoğraf çektirdiğinize siz de şaşıracaksınız. Bir de mekân önerisi vermek gerekirse, burada yer alan ‘El Quim’ isimli restoran için yemek yenilmeden Barselona’dan dönülürse Barça Hacısı olmanın eksik kalacağı yönünde görüş bildirenler var, benden söylemesi.

Las Ramblas boyunca her adım başı ilginizi çekecek bir aksiyon olduğunu söylersem abartmış olmam. Ücreti karşılığında birlikte fotoğraf çektirebileceğiniz ustaca yapılmış makyajları ile son derece yaratıcı bir çeşitlilik sunan canlı heykeller, yani mim sanatçıları harekete geçtiklerinde sizi oldukça eğlendirecekler. Ayaküstü portrenizi çizen sokak ressamları, dansçılar, çiçekçiler birinden diğerine ilginizi kaydırarak sizi caddenin sonuna dek sıkılmadan sürükleyecekler. İlk turun sonrasında mutlaka Las Ramblas’a çıkan sokakları da keşfetmeye vakit ayırın ve ana caddenin büyüsüne kapılıp ara sokakları gezmeyi ihmal etmeyin. Hediyelik eşya satan küçük dükkânları, dar ve küçük balkonları kırmızı sardunyalarla süslenmiş evleri, irili ufaklı kafeleri, Flamenko ve Tapas barlarını burada bulacak, sonra daracık kemerli geçitlerden geçerek çeşmeler, heykeller ve Gaudi’nin gençlik yıllarında tasarladığı ferforje lambalar ile palmiye ağaçlarının süslediği küçük meydanlarda soluklanacaksınız. Burada da bir öneride bulunmak gerekirse bildiğimiz iki büyük fast food zincirine ait restoranların arasındaki sokaktan girip ilk sağa döndüğünüzde karşınıza çıkacak avludaki restoran ve Tapas barlarını şiddetle öneririm.

Katalunya Meydanı’ndan marinanın olduğu sahile dek uzanan Las Ramblas’ın sonundaki meydanda sizi dökme demirden altmış metrelik devasa bir sütun üzerindeki Colomb heykeli bekliyor olacak. Bazılarınca sağ kolunu kaldırıp parmağıyla Amerika’yı işaret ettiği iddia edilen bu Katalan denizcinin parmağının yönü kafanızı karıştırabilir. Heykel yapılırken gözden kaçmış bir hesap hatası mıdır ya da Colomb’un Hindistan’a niyetlenip Amerika kıtasına çıkmasına bir gönderme midir bilemiyorum ama parmağın yönü iddia edildiği gibi yenidünyayı işaret etmiyor sanki. Fazla takılmayın. Merak edenler Monument a Colom’un tepesine asansör ile çıkıp manzarayı izlerken bir yandan parmağın yönünü de daha yakından inceleyebilirler pek tabii.

Las Ramblas’ın ardından bahsettiğim gibi Olimpiyat oyunları ile adeta yeniden yaratılmış olan sahil şeridini gezebilirsiniz. Deniz kıyısında devasa bir marina ve dünyanın en büyük limanlarından biri konumlanmış durumda. Ahşap köprüyü geçerek ulaşacağınız ‘Port Vell’ bölgesindeki ‘MareMagnum’ tesisi içerisinde birçoğu fast food türevi olmak üzere çok sayıda kafe ve restoran ile sinema salonları ve bahsettiğim büyük deniz akvaryumu olan ‘L’Aquarium’ bulunmakta. On bir binden fazla deniz hayvanını barındıran L’Aquarium’da özellikle köpek balıklarının bulunduğu alanda suyun altında tasarlanmış olan seksen metrelik cam tünelde sağ çıkacağını bilerek bu sevimli yaratıklarla yakın temas kurma hissi herkes için ilginç bir deneyim olabilir. Bahar ya da yaz aylarına denk gelen bir seyahatte Barselona şehir merkezinden girebileceğiniz kumsalları yine marinaya yakın olan Barcelonata bölgesinde bulabilirsiniz. Aslında neredeyse yılın her mevsiminde güneşlenen insanların eksik olmadığı uzun kumsallardan oluşan bu plaj grubu, yorgun turistler için de cazip bir alternatif elbette. Bu bölgede çıplaklar plajı dışındaki diğer plajlarda da çırılçıplak insanlarla karşılaşma ihtimalinizin olduğunu da belirtmek gerek. Barselona’da yalnızca plajda değil, bütün şehirde çıplak gezmek kanunlara aykırı bir durum değil. Olimpiyatlar öncesi bir kısmı Banliyö konumundaki, bazı sanayi tesisleri de bulunan ve bu nedenle denizi de kirlenmiş olan, neredeyse tek bir kumsalın bile bulunmadığı bu alanın görünümü, gerçekten insanı şaşırtacak derecede değişmiş ve güzelleşmiş durumda (tabii ben de eski fotoğraflar ve anlatanların yalancısıyım). Bu bölgede özellikle deniz ürünlerine meraklı olanlar için uygun fiyata kaliteli hizmetin satın alınabileceği restoranların bulunduğunu da belirtmek gerek.

Bahsettiğim bu kısa sayılabilecek güzergâhta büyük ihtimalle hatırı sayılır bir vakit geçirmiş ve dolayısıyla acıkmış olmalısınız. Daha fazla vakit kaybetmeden bir şeyler yemek iyi fikir, çünkü eğer öğle saatleri yaklaştıysa İspanyolların meşhur öğle uykusu ‘siesta’ya takılıp aç kalma ihtimaliniz mevzu bahis. Her ne kadar ekonomik krizin etkilerini hissediyor olsa da İspanyollar gece hayatından ve öğle uykusundan vazgeçmiş değil. Zira siesta adını verdikleri uyku molaları sayesinde daha uzun ve keyifli bir gece geçirebildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden siz de Barselona’da geçireceğiniz sürede İspanyol günlük yaşamına adapte olacak şekilde yemek saatlerinizi düzenlemelisiniz. Öğleden sonra kavramının da bu ülkede biraz farklı olduğunu belirtmekte yarar var tabii. Örneğin bir mağazanın öğleden sonra tekrar açılacağı söyleniyorsa bu akşamüstü 5’ten sonra açılacağı anlamına geliyor. İşte bu yaşam molası nedeniyle öğünlerinizi akşam yemeği de dâhil olmak üzere birkaç saat rötarlı yemeye de hazır olun. Çok turistik sayılabilecek mekânlar ve fast food zincirlerine ait olanlar dışında yemek yemeye niyetleneceğiniz bütün kafe ve restoranlarda akşam yemeği servisinin 9’dan hatta bazı yerlerde 10’den önce başlamayacağını belirtmeliyim.

Barselonalılar siestadayken sizin için en güzeli elbette ki şehri gezmek olmalı. Muhtemelen çoktan vermiş olduğunuz Tapas bar molasından sonra Las Ramblas’tan ayrılıp ‘Barri Gotic’ bölgesine doğru ilerleyin. Bu bölge adından da anlaşılabileceği gibi gotik mimarinin çok hoş örneklerine ev sahipliği yapıyor. Ortaçağ’dan kalma binalar, küçük saraylar ve manastırlar ile zaman makinesine girip yüzyıllarca geriye gitmiş gibi hissedeceksiniz. Seyahatiniz güneşli ve sıcak bir mevsimde ise karanlık, serin ve dar sokakların öğle güneşinden korunmak için oldukça ideal bir sığınak olduğu söylenebilir. Bölgenin en önemli binası olan Katedral’i mutlaka görmelisiniz. Yapımına 1298 yılında başlanan Katedral’in dikkat çekici gotik ön cephesi, 19. yüzyılda yapıya eklenmiş. Katalan gotik mimarisinin en etkileyici örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Hafta sonunu içine alan bir tatilde olma ihtimaliniz yüksek olduğuna göre bir hatırlatma; cumartesi akşamları ve pazar öğleden sonraları Katedral’in önünde geleneksel olarak ‘Sardana’ yani Katalan halk dansı yapılmakta. Telli ve nefesli çalgılar ile davuldan oluşan müzik grubunun çaldığı ritmik ezgiler eşliğinde insanlar erkek, kadın karışık çoluk çocuk el ele tutuşup dans ediyor, her geçen dakika dansa katılanların sayısı artarak yeni çemberler oluşuyor. Görünüşte basit olan ama aslında disiplin isteyen bu dans görülmeye değer.

Katedral’in arkasındaki meydanda yer alan Barok stildeki 18. yüzyıldan kalma kilisenin arka duvarında ise sizi Barselona tarihinin tanığı bir duvar karşılayacak. General Franco döneminde muhalif Cumhuriyetçilerin infaz duvarı şehrin ve Katalanların hafızasını canlı tutmak amacıyla korunmuş. Duvardaki delikler ve tahribat yaşananları başka bir şeye gerek bırakmayacak şekilde anlatmaya yetiyor. Bu bölge ile ilgili bir gastronomi önerisinde bulunmak gerekirse Santa Maria Del Mar kilisesinin arka bahçe kapısından geçerek ulaşacağınız Passeig Del Born’da çok sayıda kaliteli restoran, bar ve gece kulübünün olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Tapas barlarında her damak zevkine uygun bir şeyler bulmanız mümkün.

Konu tekrar dönüp dolaşıp ‘Tapas’a geldiğine göre biraz açıklamayı da hak ediyorsun sevgili okur. Tapas, İspanyolların en meşhur yemeği diye bilinse de tek bir yemeği tarif etmediğini söylemeliyim. Genel olarak bizdeki mezelerin karşılığı aperatifler ve atıştırmalıklardan oluşan bir yemek grubu Tapas olarak adlandırılmakta. Zeytinyağlılardan ara sıcaklara geniş bir alternatif liste ile zevkinize uygun bir Tapas çeşidi bulmanız olası. Burada da küçük bir uyarıda bulunmalı ve neredeyse tüm etli yemeklerin domuz eti barındırdığını söylemeliyim. Bu konuda hassasiyeti olanlar da sıkıntıya düşmeyeceklerdir. Çünkü Barselona mutfağında aklınıza gelebilecek her türlü deniz ürününü bulmak mümkün. Barselona deniz ürünleri konusunda oldukça bonkör bir şehir. Özellikle deniz mahsulleri ile yapılan bir pilav olun Paella’yı da mutlaka deneyin. Paella, içine bolca balık ve deniz ürünü konulmuş –bazen et veya sebze- ve safranla renklendirilmiş bir tür zeytinyağlı pilav. Hazır mutfaktan ve gastronomi önerilerinden bahsediyorken Tapas ve Paella dışında yerel sosislerin oldukça lezzetli olduğunun altını çizip patatesli omlet olan Tortilla’yı da listenize mutlaka eklemeniz gerektiğini söylemeliyim. Şarap merakı olanlar için tekrara gerek yok ama bilmeyenlere Barselona’nın kırmızı şaraplarının da namının ülke sınırlarını aşarak dünyada önemli bir yer sahibi olduğunun altını da çizmek gerek. Kırmızı şarabın içine önce bal sonra elma ve turunçgiller ailesinin bazı bireylerinin, ardından votka ve bazen de romun katılmasıyla oluşan ve son olarak gazoz eklenerek büyük bir sürahide buz içinde ikram edilen ve ismini kan kırmızı renginden alan ünlü alkollü kokteylleri Sangria’yı da tatmadan dönmeyin. Barselona’ya kadar gelip Sangria içmemek olmaz ama bu içkiyi içmek için Las Ramblas gibi turistik yerleri seçerseniz karşılaşacağınız uçuk fiyatlar keyfinizi kaçırabilir. Bu yüzden daha yerel olan ve turistik görülmeyen barları tercih etmenizi öneririm. Tatlı meraklıları için ise kişisel deneyimlerime dayanarak Barselona’daki tatlı çeşitlerinin gereğinden fazla şekerli olduğunu söylemeliyim. Alternatif olarak istisnai bir durum Churro için geçerli. Lokal bir tatlı arayışında olanlar kahveye batırılarak yenen Churro’yu deneyebilirler. Ve pek tabii ‘Créme Brulée’. Fransızmış gibi dursa da aslında bir Katalan spesiyalitesi olan krem bruleyi bütün bu sohbetin dışında tutuyor ve doğru yere denk gelmeniz için bol şans diliyorum.

Henüz şehrin mimari dehası Gaudi ve eserleri ile tanışmamış olduğunuzun farkındayım ama büyük ihtimalle günü bitirmiş ya da bitirmekte olmalısınız. Gün batımı ışığında şehre bir genel bakış ile manzaranın tadını çıkarmak üzere Montjuic tepesine doğru yol almanın vaktidir. Tepeye rahat ulaşmak için funiküler sistem inşa edilmiş. Olimpik Stadyum’un da bulunduğu bu park size muhteşem bir Barselona manzarası sunacak. Ayrıca şehrin yoğun temposundan uzak sakin bir bölge olduğunu söyleyebilirim. Olimpik Stadyumun yanı sıra Montjuic Şatosu, kale ve kelime anlamı sihirli çeşmeler olan ‘La Fontana Magica’ da bu bölgede. Pueblo Espanol ise Montjuic dağının eteklerine kurulmuş bir minyatür kent. İspanya’daki tüm mimari örnekler ve yaşam şekilleri bir açıkhava mimari müzesi şeklinde sergileniyor. Küçük bir köyü andıran alanda aynı zamanda çok sayıda hediyelik eşya satan dükkân da mevcut. Las Ramblas ve civarına göre fiyatların -kaliteden ödün vermeden- daha makul olduğunu göz önünde bulundurursak hediyelik eşya alışverişini aradan çıkarmak için uygun bir yer.

İspanya’ya kadar gelip Flamenko izlemeden dönmek olmaz ve turist olmanın hakkını vermek istiyorum diyenler için birçok seçenek söz konusu. Gerçekten de turist moduna geçip ateşli ve enerji dolu Flamenko dansçılarını izlemek yorgunluğunuzu alıp üstüne bir de enerji depolayacak bünyenize. Ne de olsa gece hayatını deneyimlemeye uzun saatler var. Daha önce de belirttiğim gibi İspanya’da her şeyde olduğu gibi gece hayatında da bir rötar söz konusu. Böyle bir niyetiniz varsa bir gece kulübü ya da bara gitmek için gece 12’den, hatta 2’den sonra bir saat dilimini tercih etmekte fayda var ama uyarması benden, henüz başta Barselona’yı Barselona yapan Antoni Gaudi’nin eserleri olmak üzere görmediğiniz çok yer ve yapılacak çok şey var, tercih sizin.

Ertesi günü Barselona’yı çok güzel ve gelişmiş bir liman kenti sıradanlığından kurtaran büyük sanatçıların özellikle Antoni Gaudi’nin eserlerine ayırmak gerek. Mezuniyet töreninde rektörüne “Bir budalayı mı ya da dehayı mı mezun ediyoruz bilemiyorum.” dedirten ve sonrasında bıraktığı eserleriyle mimari deha olarak anılacak olan Gaudi, şehrin değişik yerlerine inşa ettikleri ile sadece Barselona’ya değil dünya mimarlık tarihine de adını altın harflerle yazdırmış bir isim. Barselona’ya ‘Gaudi’nin Şehri’ ve hatta ‘Gaudi’nin oyun parkı’ demek yanlış olmaz. Mimari özel ilgi alanınız olmasa da Gaudi’nin eserleri sıradışı formları, genel olarak keskin köşeler barındırmayan yuvarlak hatları, masalsı görünümleri ve barındırdığı ilginç detaylar ile ilginizi çekmeyi başaracak. İsmi bazılarınıza belki de Alan Parson Project’in hit şarkısından tanıdık gelecek olan ‘La Sagrada Familia’ yani Kutsal Aile Kilisesi hiç şüphesiz kentin en önemli simgesi. Konumu ve yüksekliği ile şehrin her yerinden size göz kırpan bu muhteşem yapımına 1882 Mimar Villar tarafından başlanmış, neo gotik tarzdaki bu üç cepheli katedralin yapımını bir sene sonra Gaudi devralmış. Nam-ı diğer ‘bitmeyen kilise’ La Sagrada Familia’da, doğa Gaudi’nin en önemli esin kaynağı olmuş. 1926 yılında hazin bir tramvay kazası sonucu ölen Gaudi’nin İsa’nın doğuşunu simgeleyen ilk cephesini tamamlayabildiği yapının inşası hala sürmekte ve mimarın ölümünün yüzüncü yılı olan 2026’da bitirilmesi planlanıyor. La Sagrada Familia, Avrupa’nın bütün büyük kentlerinde bulunan ve hepsi birbirini andıran büyük katedrallerin hiçbirine benzemiyor. Her biri birer sanat eseri olan çok sayıda canlandırma ve heykel barındıran; sarmaşıklar, çilek ve böğürtlen gibi meyve kabartmaları ve hatta küçük bir sudoku gibi enteresan detaylar barındıran, üç cephede dörder adetten on iki adet çok sivri ve yüksek çan kulesi olan bu yapı, tıpkı bizim peribacaları misali sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi duruyor. İlk görüşte cüssesi ve tuhaf görünümü ile sizi etkileyecek olan bu şaheser yaklaştıkça ve detaylarını inceledikçe sizi büyülemeyi başaracak. Aynı zamanda müze statüsünde olan La Sagrada Familia’nın kulelerine çıkarak merkezi bir noktadan Barselona’yı seyreylemek de mümkün. Bunun için uzun kuyruklara takılmak istemiyorsanız erken bir saatte ziyaret etmenizi öneririm. Kulelere asansör ile çıkılmakta, ancak inişte merdivenleri kullanmak gerekiyor. Bu yüzden klostrofobik bir kişiliğiniz ve diz eklemlerinizde sorununuz varsa, şehri izlemeyi bir başka tepeye bırakmak iyi fikir.

La Sagrada Familia’yı sindirip özümsediyseniz sırada Gaudi’nin diğer eserleri var. Yürüme mesafesinde ulaşabileceğiniz, bir ucu Katalunya Meydanı’na, diğer ucu ise şehri ortadan oblik bir şekilde ikiye yaran bulvar olan Avenida Diagonal’e çıkan Paseo De Garcia isimli bir hayli geniş caddede sanatçının iki önemli eserini bulmakta zorlanmayacaksınız. Yürürken birbirine benzer mimaride dizilmiş evlerin gidişatına aykırı duran iki evden biri ‘Casa Batllo’, diğeri ise ‘La Pedrera’, namı diğer Casa Milla. Casa Battlo yapısındaki dini ve ulusal sembollerin yan ısıra kıvrımlı dış hatları, çok farklı doku ve malzeme birleşimleri, parlak renkleri ve sınırsız detayları ile yine Gaudi’nin özgün üslubunun ipuçlarını taşıyan bir bina. Bazılarına göre binanın en çekici kısmi geri dönüştürülmüş seramiklerle dekore edilmiş olması. Yakınındaki diğer başyapıtı ise Casa Milla. Dış görünümünün bir taş ocağını andırması nedeniyle bu anlama gelen ve ‘La Pedrera’ olarak bilinen bu görkemli apartman, bugün Unesco’nun Dünya Mirası Listesinde yer alıyor. Tavan katı ise Gaudi’nin eserlerinin sergilendiği şık bir teknoloji müzesine (Espai Gaudi) ev sahipliği yapıyor. ‘Cadı korkutan’ olarak da bilinen ve Yıldız Savaşları’nın Darth Vader’ine benzeyen bacaları ise binanın öne çıkan diğer bir özelliği.

Sırada Parc Güell var. Adından da anlaşılabileceği gibi Gaudi’nin eserlerini barındıran büyük bir park alanından bahsediyorum. Bu bölgeye ulaşmak için metroyu kullanmak iyi fikir. Eğer ormanı kat eden uzun bir parkuru yürümek istemiyorsanız Parc Güell işareti bulunan iki durak olan Vallcarca ve Lesseps’ten ikincisini tercih etmenizi öneririm. Parc Güell sadece mimari ile ilgilenenleri değil, çocukluğunda Hansel ve Gretel masalındaki gibi pastadan bir ev hayali kuran herkesi büyüleyecektir. Gerçekten de masal diyarını andıran bu parkta neyin daha eğlenceli olduğuna karar vermek zor. Bir tepenin üzerinde yer alan ve dolayısıyla kuşbakışı şehir manzarasına sahip bu alan zamanında Guell ailesinin talebi ile şehrin ileri gelenleri için küçük bir villa kent olarak tasarlanmış ancak rağbet görmeyince parka dönüştürülmüş. Burada Gaudi’nin küçük ormancıklar yaratma merakını, ‘trade mark’ı haline gelmiş olan kırık cam ve mozaiklerden yaptığı tablo misali dizaynlarını, paraboller, dalgalar ve kıvrımların mimariye en fonksiyonel yansımalarını görmek mümkün. Parkın etrafını kıvrılarak çevreleyen mozaik kaplı incelikle tasarlanmış, yumurta şeklinde tümsekler barındıran, bank demeye dilimin varmadığı bu uzun oturma alanı belki de dünyanın en iyi manzaraya sahip ve kesinlikle en büyük bankı olma özelliğini de taşıyor. Barselona şehrinin simgesi haline gelen kertenkele şeklinde tasarlanmış mozaik kaplı olan seramik çeşme ve Dor mimarisi tarzında inşa edilmiş seksen altı sütundan oluşan ve yine tavanı mozaiklerle süslenmiş kapalı alan parkın diğer önemli detayları. Buradaki hediyelik eşya dükkânından tasarımı Jordi Nogués’e ait Gaudi eserlerine ait detayları barındıran kupaları da hediye listenize ekleyebilirsiniz.

Barselona aynı zamanda bir müzeler kenti olarak da tanımlanabilir elbette. Modern Sanatlar Müzesi, Ayakkabı Müzesi, Çikolata Müzesi, Miro, Picasso ve Dali’nin eserlerinin sergilendiği müzeler ve daha onlarcası arasında tercih yapmakta zorlanacaksınız. İspanya’daki en önemli Picasso koleksiyonuna ev sahipliği yapan Museu Picasso bunların içinde kaçırılmaması gerekenlerden. Barri Gotic’teki La Ribera bölgesinde bulunan müze ve çevresi renkli sokaklar ilginizi çekebilir. Museu Picasso’da sanatçının çocukluğunda bulduğu her şeyin üzerine yaptığı ya da kafasına vurula vurula yapmak zorunda bırakıldığı resimlerden Las Meninas serisine uzanan evrelerini ve geniş seramik koleksiyonunu görebilirler. Fundacio Juan Miro’da ise Katalanların gururu Miro’nun kuşlar, kadınlar ve yıldızlar etrafında gelişen sürrealist cümbüşlerini; Fundacio Tapies’te Antoni Tapies’in eline geçen her şeyden tablo yapma merakını izleyebilirsiniz. Ayrıca iki komşu modern sanatlar müzesi olan MACBA ve CCCB modern sanatlara ilgi duyanların uzun vakitler geçirebileceği diğer müzeler. Bu müzelerin bulunduğu semtin sokakları ise Barselona günlük yaşamını gözlemlemek ve dinlenmek için oldukça keyifli kafe ve barlara ev sahipliği yapıyor.  Salvador Dali hayranı olanlar, şehrin yaklaşık bir saatlik bir sürüş mesafesi dışında kuzeyde yer alan Figueres’teki Dali Müzesi’ni görmeden dönmesinler. Dali’nin kendi kurduğu bu müzenin bahçesinde siyah bir Cadillac ve etrafı sarmaşıklarla çevrili taştan şoförü karşılıyor sizi. Alışılmışın dışında bir karşılama bu çünkü dalgıç kıyafetleri içindeki şoför ‘Cadillac’ın içinde ya da yanında değil, tam üzerinde duruyor! Şehir merkezinde de “Dali kusuruma bakmasın ama Barselona’ya geldim yollara düşerek otobanlarda vakit kaybedemem” diyenleri tatmin edebilecek kapasitede daha küçük bir Dali müzesi de mevcut. Son müze önerim oldukça enteresan bir mekan olan şehrin en yeni enteraktif müzesi ‘El Museu d’Historia De Catalunya’, yani Katalunya Tarih Müzesi. Bu müzede bir şövalye gibi giyinmek, hava baskınına karşı bir sığınakta bombardımanı beklemek, Katalan radyosundan diktatör Franco’nun ölümünün verildiği haberi ya da 1966 Beatles’ın şehre gelişini anlatan yayınları dinlemek ve tarihin enteraktif bir metotla ne derece ilgi çekici bir hal alabileceğini gözlemlemek mümkün.

Barselona’ya geldiyseniz ve birazcık da futbola ilginiz varsa Nou Camp stadyumunu ve Barselona Müzesi’ni gezmeden dönmeyin. Müze gerçekten çok başarılı ve stadyum da heyecan verici bir futbol mabedi. FC Barcelona Resmi Satış Mağazası ise gerçekten buzdolabından emziğe binlerce çeşit FCB ürünü ile şaşırtıcı zenginlikte bir mağaza. Şehirden ısmarlananlar listesinde mutlaka bir FC Barcelona forması olacağını hesaba katarsak şehirdeki daha küçük mağazaları es geçerek forma alışverişi için Nou Camp’ı tercih etmek fena fikir değil. Ancak stada akşamüstü gitmekte fayda var. Çünkü akşam 7’den sonra ziyaretçi kabul edilmiyor.

Şehre veda için yine bir başka tepeye, Tibidabo’ya çıkmak ve bu aziz şehri bir de oradan seyreylemek gerek. Mavi bir tramvayla ulaşacağınız şehrin Montjuic’ten sonra panoramik manzarasını farklı bir açı ile izleyebileceğiniz diğer bir tepe olan bu mekân, tepesine Sao Paulo’dakinin benzeri kollarını iki yana açmış devasa bir İsa heykeli yerleştirilmiş olan büyük bir kilise ve eğlenceli bir lunapark da barındırıyor. Zaten yüksek olan bu tepedeki dönme dolaptan eşsiz Barselona manzarasının tadını çıkarmak mümkün.

Anlata anlata ben bittim anlatacaklarım bitmedi. Gördüğünüz gibi anlatarak sonu gelmeyecek zenginlikte, bir gidenin mutlaka bir kez daha gitmeyi isteyeceği çok özel bir şehir Barselona. “Üç günlük ziyaretten üç senelik sohbetle döneceksin.” dediklerinde ben pek ciddiye almamıştım ama siz beni ciddiye alın. Anlattığım onlarca şeyden hiçbiri ilginizi çekmese bile bu şehirde sizi yakalayabilecek ve sizin Barselona’nızı tanımlayabilecek bir şey bulacağınızdan eminim. Bu yüzden acele edin ve ilk Barselona ziyaretinizi gerçekleştirmek için harekete geçin.

Yazı ve fotoğraflar: Özgür Çakır

Başa dön tuşu